Yolculuk biraz da insanın kendi küçük dünyasından çıkması demek. Öylesine kaptırıyoruz ki kendimizi günlük problemlere, o minik çevremizin ötesini düşünmüyoruz. Belki uzaktan bakıyoruz “Vah vah” diyoruz, ya da “Ay ne güzel hayat, oh valla” diye iç geçiriyoruz. Ötesiyle ilgilenmiyoruz. Sonra mahallemizden uzaklaşınca “Burada da böyle bir hayat varmış” diye şaşırıyoruz. Şehirden ayrılınca, ülkeden çıkınca, farklı kültürlere, başka kıtalara yol alınca bu farkındalık hep artıyor. Demek sadece “biz” yokuz, “onlar” da var.
Ve sonra unutuyoruz…
Bir de hiç öyle kilometrelerce öteye gitmeden yapılabilecek bir yolculuk var. Bütün diğer yolculuklardan farklı. Biz yok, onlar yok. Artık sadece hayat ve boşluk var. Bize gereken ışık olmayan bir yer, güneşten olabildiğince uzak bir saat, aysız bir gece ve edinebiliyorsanız minik bir teleskop, hatta iyi bir dürbün bile olur. Bir de yere uzanıp hayallere dalmanızı engellemeyecek rahat kıyafetler…
İnsanın ilk gökyüzü gözlem deneyimi biraz garip oluyor aslında. Elinize bir yıldız haritası tutuşturuyorlar. “Ben daha bizim semtin krokisini anlamıyorum, bu ne?” diyorsunuz. Tepede parlayan bir sürü ışığı gösterip size bir takım isimler söylüyorlar. Yıldız kümelerinden bahsediyorlar. “Bu gördüğün ışık sana gelene kadar oooo” diye ekliyorlar, “Kim bilir neler neler oldu”. Geçmişe baktığınızı hatırlıyorsunuz. Zamanda yolculuk. Tüyleriniz ürperiyor. Sonra “Ne görmek istersin?” diye soruyorlar. Sizin boyutunuzda bir teleskop var yanınızda. Çok heyecanlısınız. Dersine iyi çalışmış bir örenci olarak “Orion!” diyorsunuz. Orion bir nebula ve çıplak gözle görmek mümkün. Sizin beklentiniz aynı tepedeki fotoğraf. Dayıyorsunuz gözünüzü. O da ne? Hiçbir şey yok… Nokta nokta yıldız. “Ben bir şey görmüyoruum?” diye bağırıyorsunuz. Tabii sizin aklınızdaki fotoğraflar hayvan gibi teleskoplarla, çamaşır yıkayabilen fotoğraf makineleriyle ve uzuuuun süre pozlanarak çekilmiş, bir de üzerine fotoşoplanmışlar. Sonra sabretmeyi öğreniyorsunuz. “Orion’a odaklanırsan göremezsin, başka bir noktaya odaklan” diyorlar. Bir noktaya odaklanıp etraftakileri fark etmek…
Ve orada! Minicik bir toz bulutu. Ben öyle heyecanlanıyorum ki uzaylı gördüm sanırsınız. Sonra isimleri öğrenmeye, yıldız kümelerini tanımaya, gökyüzü hareketlerini takip etmeye başlıyorum. Merakım artıyor, benim anlayabileceğim seviyede yazılmış kitaplara dalıyorum. Artık yere uzanıp parlayan evrene baktığımda çok farklı hissediyorum. Minicik… Ben tabii bu işi abartıyorum. Bir yerden sonra “Ne kadar önemsiziz, yaşamın gerçekten bir anlamı yok” sonucuna varıyorum. Kutsal kitapları incelemeye başlıyorum. (Evet sıyırmıştım bildiğiniz) Derken imdadıma Hubert Reeves isimli bir astrofizikçi yetişiyor, ya da astro-şair. Kitapları İngilizce ve Fransızca, Türkçe çevirisi olduğunu sanmıyorum. Onun teorisine göre senin, benim, onun değeri yok ama zekanın çok büyük önemi var. Evren başından beri kendi kendini anlamaya çalışıyor ve büyük bir ihtimalle değişik yerlerde benzer seviyede zeka formları mevcut. Sonuçta hepimiz yıldız tozuyuz ama evrenin kendini gerçekleştirmesinde şu anki son noktayız. Yolumuz ise çok uzun… Saçma mı? Bunu düşünmek beni sakinleştirip hoşuma gidiyor.
Ve sonra unutuyorum. Bütün bunlar uzun zaman önce oluyor. O zaman yaşadığım yerden 15 dakika uzaklaşınca karanlığa erişebiliyorum. Şimdi İstanbul’da kafamı kaldırıp gökyüzüne bakmayı düşünmüyorum bile. Aklıma gelmiyor. Hep ışık. Hiçbir şey yok. Uzaklaştığım zamanlarda da yıldız kümelerinin adlarını bile hatırlayamıyorum ki M 23 benden sorulurdu. Büyük şehirlerde yıldızları görebilseydik çok farklı olurdu gibi geliyor bana hep.
99 depreminden sonra “O gece de amma yıldız vardı” dendiğini çok duydum. Kehanetmiş gibi. Gecenin 3’ünde şehrin elektriği gitmiş, biz sahilde toplanmışız… Karşımızda deniz, gökyüzünde sonsuz yıldız, kulaklarımızda derin bir sessizlik… Birkaç dakika önce de doğanın gücünü hatırlamış, deli gibi korkmuşuz. Kendimizi ufacık ve çaresiz hissediyoruz. Gök bize bakıyormuş gibi geliyor. Halbuki o yıldızlar hep orada…
Biz sadece kör olduk…
Yıl 2006, Tübitak'ın gözlem şenliği var Antalya'da.. Kaydımı yaptırıyorum, alıyorum çadırı uyku tulumu gidiyorum Antalya'ya.. Bu, bile o günlerde başlı başına büyük bir olay bende. Ama hayatımın dönüm noktası olacağını bilmiyorum henüz.
İki bin küsür metredeyiz. Her şey şahane! Mutluyum! Gündüz şehirden, içinde bulunduğum abuk hayattan uzağım. Gece oluyor ışık yok, bütün gökyüzü bizim.
Teleskoplar kuruluyor ve ben ilk kez o zaman bakıyorum bir teleskoptan. Şansıma ilk denk gelen bir küresel yıldız kümesi. Teleskoptan bakıp da onu gördüğüm ânı hiç unutamıyorum. Ensemden aşağı bir ürperti, kafamın içi orion nebula gibi.. O sıra teleskop başında olanlar için bir hayli sıkıcı bir eylem olabilirdi bu benim için tuhaf ve eşsiz bir yolculuktu.
Bir gökyüzüne bakıyorum, bir az önce gördüğüm yıldız kümesini düşünüyorum. Göremiyorum ama orada bir yerlerde. Dürbünlerle keşfe çıkıyorum bu sefer, tarıyorum bütün gökyüzünü.. Senin de dediğin gibi bunca yıllık körlüğüme lanetler savuruyorum. Her zaman sevdim gökyüzünü, her zaman çevirdim başımı yukarı ama zaman oluyor hayat değişiyor kayıveriyorsun rutinine gidiyor aklındakiler.
İşte böyle yeniden buluyorsun.
Orion bulutsusunu görmek gibi ben de aynı şekilde Andromeda ile karşılaştım o gün. Astronom arkadaşlardan biri geldi. Çıplak gözle görebilirsin Andromeda'yı dedi. Bize en yakın galaksi. Bir galaksiden diğerine bakmak! Önce yerini bulduk sonra yakınlarına odaklandık. Ve orada duruyordu. Havai fişkeler patlıyor içimde.
Ve daha ne keşifler..
Döndüğümde de zaten hayatım 3 gün önceki gibi olmadı bir daha. En güzel sil baştanlardan, verdiğin en güzel kararlan biri oldu..
Özeti böyle olsa gerek..
insanın yalnız olmadığını bilmesi o kadar güzel ki. muhteşem yazmışsın ayrıca 🙂 çok mutlu oldum paylaştığın için. benim yazımdan daha güzel, biraz kıskandım ama 😛 çoooook teşekkürrleeeeer :))))