Ortaokuldaydım. Bizim okula Piano Piano Bacaksız’ın yazarı Kemal Demirel gelmiş ve şöyle demişti “Kırılgan mısınız? Sakın değişmeye çalışmayın. Herkes size daha güçlü olmanız gerektiğini söyleyecek, onlara kulak asmayın. Kırılganlık duygularınız olduğunun işaretidir ve bu sizi insan yapar”. Kendimi öyle iyi hissetmişim ki hafızama kazınmış. O zaman bile çok kolay paramparça olabildiğimin farkındaymışım demek…
Kemal Bey’i dinledim. Başka şansım var mıydı bilmiyorum. Elbette zamanla PARÇALANDIIIMMM diye bağırmak yerine parçacıklarımı dolabımın altına süpürmem gerektiğini öğrendim. Ve ardından kendi parçalayıcı gücümü keşfettim. İnsanın beyninde nasıl patlamalar oluyor da birbirine bu kadar zarar veriyor anlamazken, bir bakmışım ben de yapıyorum. Bunu fark ettiğimden beri çifte acı çekiyorum. Ne zaman dolabın altından eski bir parçam belirse hem hüzünleniyorum, hem de kötü olabilme kapasitemi hatırlayıp kendime iğneyi batırıyorum.
Ve böyle çöküşlerde su yüzüne çıkabilmenin en iyi yolunun “saf anlar” biriktirmekten geçtiğini düşünüyorum. Saf derken bebeklerle vakit geçirin ya da bir köpek edinin demek istemiyorum. Geçmişi, geleceği ve herhangi bir ilişkisi olmayan iki insanın 30 saniyeliğine, 10 dakikalığına, 1 saatliğine beklentisiz ve çıkarsız bir biçimde birbirlerine bağlandıkları anlardan bahsediyorum. Eğer insan böyle bir şey yapabiliyorsa umut vardır çünkü…
Ancak bu saf anları günlük döngümüzde biriktirmemiz çok zor. Belki yapılan işlere veya hayat tarzına göre değişebilir ama çok da sanmıyorum. Eveet yolculuk konusuna geldik yine. Özellikle tek başına yaptığınız yolculuklarda bu anlardan çok yaşıyorsunuz ve bazılarını sonra hep yanınızda taşıyorsunuz. Nefes alamadığınız zamanlarda oksijen tüpü gibi beliriveriyorlar. Bir gidenin bir daha gitmek istemesinin nedeni belki de budur…Yalnız gitmeyi sevenlerin de aslında aradıkları yalnızlığın tam anlamıyla yok oluşudur… (Çok şairane oldu bu kısmı)
Size daha önce de bir yerlerde yazdığım saf anlardan iki örnek… Bunları hem çok yoğun yaşadığımdan, hem de iletişim kurabilmek için kelimelerin gerekli olmadığını kanıtladıklarından çok ayrı bir yerde saklıyorum…
Seul’de bir tapınağın bahçesindeki bankta oturuyorum. Yanımdaki yaşlı kadın bana Korece bir şeyler anlatmaya başlıyor. Anlamadığımı söylüyorum. Dinlemiyor. Bir ağacı gösteriyor. Konuşuyor. Bana öyle sevgi dolu bakıyor ki yanından kalkmıyorum. Dinliyorum. Sonra bir kız gelip ağaca sarılıyor. Huzur…
Amerika’da trendeyim. Okyanus kıyısından gidiyoruz. Kafeteryada bir adamın yanına gidip boş mu diye soruyorum. Oturmamı işaret ediyor. Sonra da konuşamadığını belirtiyor. Manzara inanılmaz… Dışarıya çok ciddi ve düşünceli bakıyor ama arada kafasını çevirip gülümsüyor. Çok huzurlu hissediyorum. Sanki birbirimizi yıllardır tanıyormuşuz gibi… Derken tuvalete gitmem gerekiyor haliyle. Yerimden doğrulurken elimden tutuyor. Sonra da hayatımda gördüğüm en samimi ve kocaman gülümsemeyle bana bakıp neşeli bir biçimde el sallıyor.
Bu iki insanın durumdan benim gibi etkilendiklerini sanmıyorum. Onlar günlük rutinleri içindelerdi büyük ihtimalle. Ben girdim ve çıktım. Ama bana karşı belli bir süre için saf bir sevgi besleyebildiklerini biliyorum, çünkü hissettim. Bunu başarıyorsak o kadar da kötü yaratıklar olamayız değil mi?
Birbirimizi umursamazca parçalarken tutunabilmek için böyle anlara ihtiyacımız var…
En azından benim var…
Bir Cevap Yazın