Bükreş-Braşov trenindeyiz. Dörtlü koltuklarda oturuyoruz. Karşımızda bir büyükanne, inanılmaz sevimli torunu ve oyuncak ayısı. Oyuncak ayının bir de özelliği var. Bağıra çağıra çocuk şarkıları söylüyor. Neredeyse bütün yol boyunca. Kimse sesini çıkarmıyor. Herkes ufaklığın sevimliliğine hayran. Ben de. Ama oyuncak ayıyı büyükannenin kafasında kırmak istiyorum. Kulağıma kulaklığımı takıp sesini sonuna kadar açıyorum. Böyle bir şeyler çalıyor…
Uyuyakalmışım… Sonra benim ufaklıktan yediğim bir tekmeyle uyanıyorum. Kızasım var. Kızamıyorum. İyi ki uyandırmış. Dev ağaçların yanından geçiyoruz. Yan yana iki ağaç var; biri tamamen kırmızı, biri yeşil mesela… Buna aklım takılıyor. Saçma biliyorum. Biri daha mı az güneş almış? Nasıl bütün yaprakları aynı şekilde kızarmış? Ne suçu var? Ölen ağaç yaşayandan neden daha güzel?
Vagonun büyük kısmı bir düşünceye dalmış dışarıya bakıyor. Fotoğraf çekerken nasıl bir hareket içinde olduğumuzu daha iyi anlıyorum. Sanki her şey çok hızlı ilerliyor. Ağaçlar renk değiştiriyor, yanımızdan sonbahar geçiyor. Ve biz kendi dünyalarımızda durup kalmışız.
Derken dağlarla çevriliyor etrafımız. Bir tanesi neredeyse mükemmel bir üçgen oluşturarak göğe yükseliyor. Tamamen ormanla kaplı… İhtişamı karşısında nefesim kesiliyor. O ağaçların arasında olmak istiyorum… O dağda olmak istiyorum…
Ve sonra İstanbul’a dönüyoruz. Uçak Karadeniz kıyılarından alçalmaya başlıyor. İlk önce her taraf yeşil, sonra yavaş yavaş kara arsalar belirmeye başlıyor. Yukarıdan sanki yanmış gibi gözüküyorlar… Sonrası bina yığını… İçim parçalanıyor. Bu şehirde oturarak bu yıkımın bir parçası olduğum için…
Kafamda bütün bu düşünceler eve geliyorum. Yorgunum. Hastayım. Televizyonu açıyorum. Ali Ağaoğlu atının üstünde…
Bir Cevap Yazın