Bonito… Eğer şeffaf sularda kocaman balıklarla yüzmek, papağanların özgürce uçtuğu, maymunların sizi takmadan ağaçtan ağaca salındığı ormanlarda yürümek, mavi göl barındıran 90 metre derinliğinde bir mağaraya inmek, onlarca timsah görmek, bin bir çeşit kuşun yanından geçmek, anakondanın midesinin domuz büyüklüğünde şiştiğine tanık olmak, vahşi geyiklerle selamlaşmak,
İlk günümüz mağara ziyareti, kolum kadar balıkları besleme ve çimlerde bezme şeklinde geçti. Hafiften grip belirtileri göstermeye başladım. Ama hiç yılmadım. Buranın içkisi cachaçayı ilaç niyetine aldım. Hele tarçınlısından bir shot içiyorsunuz, boğaz ağrınız geçmekle kalmıyor, ciğerleriniz çözülüyor.
İkinci gün yağmur ormanı yürüyüşü için bir çiftliğe gittik.
Anladığım kadarıyla gezip görebileceğiniz bütün alanlar aslında çiftlik, yani birilerine ait. Yasaya göre tüm çiftçiler topraklarının %20’sini doğal haliyle bırakmak zorundalar. Son 20 yıldır da hem bilinçlenmişler, hem de ekoturizmin çok para getirdiğini fark etmişler. Ne kadar büyük bir alanı kendi haline bırakırsanız, o kadar çok vahşi hayvan geliyor, ilginç bitkiler türüyor. Doğa kendini yeniliyor. O yüzden bu alanların yüzdesini arttırıp çok iyi bakmaya başlamışlar. Hiçbir yere başınızda bir rehber olmadan giremiyorsunuz zaten. Ayrıca tohumlara zarar vermesin diye topraklarla örttükleri dar yürüyüş yollarından çıkmanız, ağaçları taşları ellemeniz yasak. (Ben tabii ki de ilk başta Türklüğüm ve eksik bilgilendirme yüzünden “AAA ne güzel” diye değdim. Sonra azarı yedik.) Yeri gelmişken bu civarda ormanların yok edilip soya tarlaları haline getirildiğini öğrendim. Mesela hayvanlara zarar vermemek adına soya sütünü dikiyorsunuz ya kafaya, aslında binlerce hayvanın ölümünü desteklemiş oluyorsunuz… Gaddar dünya… O yüzden yediğimiz ürünlerin nereden geldiğini bilmek çok önemli, bir kere daha anlamış oldum.


sonra tekneyle gezi vardı. Sivrisinekler bayram ettiler. Off’lanıp durmamıza rağmen her yerimizin tadına baktılar. Neyse bir milyon kuş çeşidi gördük herhalde. Ben özgürce uçan papağanlar dışında diğerlerini o kadar ilginç bulmuyorum kuş sevmediğimden. Seven bilen biri olsaydım size 10 sayfa yazardım bu hayvanlar hakkında. Ama fotoğraf koyacağım. Yaban domuzu büyüklüğünde hamsterlar var bu memlekette. Onlara bayılıyorum. Kapibara deniyor kendilerine.
Son günümüzde de balıklarla yüzelim dedik. Giyindik dalgıç kıyafetlerimizi, aldık şnorkellerimizi. Başımızda bir rehber ve 5 Fransız genç, bindik kamyona nehre gitmek için. Her tarafta bu kadar timsah varken bizim yüzeceğimiz nehirde olmaması bana pek bir garip geldi. Rehber görebilirsiniz zaten dedi. Şaka mıydı bilmiyorum. Kimse gülmedi. Tek sıra halinde atladık suya. Ben bir de fotoğraf makinesi kiralamıştım, su altı fotoğrafçılığına verdim kendimi.
Neyse bir ara durduk. Rehber dedi ki “İleride sola döneceğiz, çok akıntı var, peşimden ayrılmayın” Benim gözlüğe su girmişti onu çıkarmaya çalışıyorum, geç kaldım azıcık. Bir de “Aaa balık” derken döndükleri yeri kaçırdım. Sürüklendim. .. Değmemizin yasak olduğu taşlara çarptım, dallara tutundum. Rehber demişti ki bir şey olursa sırt üstü yatın ve öylece kalın, biri gelip size yardım eder.“Help” dedim kafamı çıkarıp. Sonra baktım bir Allahın kulu yok. Salak salak yardım çağırıyorum. Biraz panik olmuşum, ayağım yere değiyormuş meğersem, grubu da gördüm uzakta. Akıntıdan çıkıp hızlı hızlı yüzüp yetiştim. Kimse fark etmedi. Ben de utandım, söylemedim. Mola verince “Ne güzeldiiii!” dedim hatta. Bu arada iki kere de o nefes borusunu suya düşürdüm. Rehber bana çok pis baktı en son… Turun bittiğine, benden kurtulduğuna sevindi sanki. Yemek yiyip hamaklarda uyuklayarak unutmaya çalıştım olanları. Olayı Andreia’ya anlattınca benle dalga geçti. Kocası skype’tan bana “Help Help” diye laf attı. Neyse çok güzeldi ama. Balıkların hayat da iyi valla. Suyun dibinde bir nokta bulup miskin miskin geçiriyorlar günü.


Gribim biraz kötüye gidiyor ama inanılmaz 4 gün geçirdim anlayacağınız… Yavaştan Brezilya’nın sahillerini görme vakti geldi…
Bir Cevap Yazın