Yağmur ve soğuğun ardından güneş yeniden gülümsedi. Ben de Arjantinli Puerto Iguazu’ya hoşçakal diyerek Brezilyalı Foz de Iguacu’ya doğru yola çıktım. Dünyanın en kolay sınır geçişlerinden biri olabilir. 8 pesoya halk otobüsüne biniyorsunuz tıngır mıngır gidiyorsunuz. Arjantin tarafında pasaport kontrolünden geçerken sizi kibarca bekliyor. Sonra şoföre Brezilya tarafında da inmek istediğinizi söylüyorsunuz. (Pek kimse inmiyor o yüzden önceden İspanyolca, Tarzanca, Maymunca, artık hangi dilde olursa Brezilya’da pasaportunuzu damgalatmak istediğinizi söyleyin) Şoför size başka bir bilet veriyor ve basıp gidiyor… İşleminiz 2 dakika sürüyor, 5 dakika bir sonraki otobüsü bekliyorsunuz ve 15 dakika sonra şehir merkezindesiniz…
Otobüs durağının dibinde Iguazu Guesthouse diye bir hostele yerleştim. Sonra şöyle bir şehri keşfedeyim, Brezilya nasıl bir yermiş anlamaya çalışayım diye sokaklara daldım. Keşfedilecek bir yanı yokmuş… Kös kös geri döndüm. İlk izlenimlerim şu şekilde; birbirinden çok farklı tipte insan var, kadınlar kilolarını falan sallamadan hep çok dar kot pantolon giyiyorlar, her köşede bir eczane, bir de güzellik salonu bulunuyor ve sokakta çok neşeli müzikler çalıyor. Başka bir ülkede olduğunu hemen anlıyor insan. Zaten Portekizce konuşuyorlar bildiğiniz üzere. 3 kelime İspanyolca öğrenmiştim, o da burada bir işe yaramadı tabii. Portekizce zor dil ama, Maymuncanın doruklarına ulaşacağım gibi gözüküyor.
Neyse şehir ilginç olmayınca şelale gezisi, hidroelektrik santal ayıplaması ve tıkınma harici zamanımın çoğunu hosteldeki değişik bezme mekanlarını test ederek geçirdim. Güneşe göre konumumu değiştirdim, fotoğraflarımı düzenlemeye yeltendim ve kitabımı biraz okuyup çokça gölgelik olarak kullandım. Bir de barı vardı, Perulu barmen Pepe çok tatlı bir insan, giderseniz selam söyleyin. “İlk defa bir Türk’le karşılaşıyorum” şeklinde heyecanını belirttikten sonra Facebook’ta Duygu diye bir arkadaşı olduğu meydana çıktı. Tüm havam söndü. Dedim “Pepe, şu arka sokakta Türk dönerci gördüm”. Onlar Lübnanlıdır diye tutturdu. Bayrak koymuşlar adamlar ama bu konuyu daha derinlemesine araştırmadım. Dönmeme az kaldı. Sonra sıcak falan demeden kendimi Ankara’daki Uludağ kebapçısının ellerine teslim edeceğim. Neyse yakındaki süpermarkette açık büfe yemeği kilo hesabıyla satıyorlardı. Hem de gayet lezzetli. Karnımı genelde orada doyurmayı tercih ettim. Vejetaryen olma sözümü maalesef tutamadım. Bir akşam da Brezilya mangalı denen olaya kaptırdım kendimi. Sınırsız et ve yanında yenebilecek akla gelen bilumum olay 20 real, herhalde 17TL falan ediyor… Çok afiyet oldu söylemesi ayıp.
Ülkenin tüm bira çeşitlerini de ilk geceden test ettim. Brahma’yı beğendim. Kendimi çok ilginç muhabbetlerin içinde buldum. Ama her şey de burada yazılmaz. Amerikalı bir kız erkek arkadaşlarını nasıl seçtiğini anlattı, o ilginçti ama. Her şey yüzdelere dökülüyor artık. Şöyle açıkladı “Gece kulübüne giriyorum, ilk önce salına salına turluyorum. Diyelim ki 100 erkek var, bunlardan hangileri benimle ilgileniyor ona bakıyorum. Sayı 20’ye iniyor. Sonra karın kaslarını (tahmini olarak) ve ayakkabılarını inceliyorum. 10’ar dakikadan beğendiğim 5 tanesiyle konuşuyorum. Diğerlerini kaçırmamak için hiçbirine çok yaklaşmıyorum. Gecenin sonunda 2 randevu ayarlamış oluyorum. Bu sistem %80 oranında başarılı oluyor” Dedim sen işini gücünü bırak seminer ver zengin olursun. Ciddi ciddi düşünüyor galiba. Türk erkeklerini sordu, karınlarında 6 baklava deseni var mı diye merak ediyormuş. Dedim “Türk erkeğinin karnında değil 6, 60 baklava bulursun, ama hoşuna gider mi bilmem”.
Hep böyle geçmedi tabii günlerim. Atladım otobüse şelalelerin Brezilya kısmına gittim ilk. Bu arada biz Arjantin’e gitmeden önce su seviyesi o kadar yükselmiş ki, parkı güvenlik nedeniyle kapatmışlar. Ucundan yırtmışız. 17 saat yoldan sonra gidip görememek pek feci olurdu. Önceden kontrol etmek gerek demek ki. Şansımıza şelaleleri en gür, en çılgın zamanında görmüş olduk. Siz gittiğinizde bu anlattıklarımdan sonra beğenmezseniz suç doğanındır, benim değil. Neyse şelalelerin büyük kısmı Arjantin tarafında olduğu için Brezilya’da süper bir panoramik görüntü var.
Devamlı ıslanıyorsunuz. Ve gökkuşakları… İnanılmaz güzeller…
Hava çok durgun ve güneşliyken yürüyüş yolunun en sonundaki iskelede resmen fırtına altına giriyorsunuz. Üzerime uzun yağmurluk almak zorunda aldım. Şelalenin gücünü donunuza kadar hissediyorsunuz yani.
Gidebilirseniz Arjantin tarafına da, Brezilya tarafına da gidin. Kanada vatandaşı falan değilseniz çok kolay zaten.
Son günümde de Itapu barajına gittim. Kendisi Paraguay – Brezilya ortak yapımı olan dünyanın en büyük (ya da ikinci büyük, bazı yerlerde farklı yazıyor) hidroelektik santrali. Gitmeden ayıplamaya başlamıştım. Neyse ilk önce bir propaganda videosu gösteriyorlar. Portekizce ve İspanyolca alt yazılıydı (her 2 seanstan biri İngilizce, giderseniz önceden sorun). Nasıl muhteşem bir yer yaptıklarını anlatıyorlar, doğaya iyi baktıklarından bahsediyorlar ve bazı kabilelere teşekkür ediyorlar. Yerlerinden ettikleri jaguarlara, komik burunlu kuşlara ve maymunlara şimdi hayvanat bahçesinde yardım ediyor olmaları mı daha acı, yoksa kovulan kabilelerin aldığı teşekkür mü bilemedim. Baraj yapılırken kilometrelerce alan sulan altında kalmış, köylüler topraklarından olmuşlar. O yüzden Brezilya hükümeti o civardaki insanlara bir sürü para akıtmış. Bir sonraki yazımda Big Fish’ten fırlama şehirleri anlatacağım size… Neyse panoramik tura katıldım ben. Manyak bir yer gerçekten. O kadar çok suyun insan tarafından kontrol ediliyor olması çok tehlikeli geldi. Ürperdim. Ben fareli köyün kavalcısı masalıyla büyüdüm. Dua intikamını alır bir şekil. Elektriğimiz var da, yakında oksijenimiz kalmayacak.
İşte böyle derin düşünceler içinde eski ev arkadaşım Brezilyalı Andreia’yla buluşmak üzere otobüs garına gittim. Şu an çok garip bir yerdeyim. Suyunda veya havasında kafayı güzel yapıcı bir madde olduğunu düşünüyorum. Bir sonraki yazıya…
0
Bir Cevap Yazın