Iguazu şelalelerini görmek uğruna katettiğimiz 17 saatin ardından Puerto Iguazu’ya ulaştık. 3 ülkenin sınırındayız. Paraguay, Brezilya ve Arjantin vatandaşlarının kardeşlik dostluk köprüleriyle birbirlerine ziyarette bulundukları bir yer burası. Telefon da delirip duruyor zaten. “Paraguay’a hoş gediniz, Brezilya’dan hoş gittiniz” mesajlarıyla.
Iguazu Milli Parkına hem Arjantin hem Brezilya kısmından girebiliyorsunuz. Paraguay’ın hakkına şelale düşmemiş 🙁 Genelde herkes bir gün bir ülkeden, öbür gün öbür ülkeden girip görüyor. Sınırda da tek gün geçiş yapanları form zırvalıklarıyla falan uğraştırmıyorlarmış. Amma velakin biz Brezilya’ya geçemedik… Bu Güney Amerika ülkeleri çok karakterli, tüm fakir ülkelere kollarına açarken genelde Kuzey Amerika ülkelerinden vize istiyorlar. Ceyda’nın da sadece Kanada pasaportu olduğundan biz parkın Arjantin kısmını keşfetmekle geçirdik zamanımızı. Ben de buradan Brezilya’ya devam edeceğim için sonraki günlere erteledim şelalelerin öbür tarafını görmeyi.
Parktan önce Puerto Iguazu anılarımızı paylaşmak istiyorum. Bir kere biz sezon dışı geldiğimizden (sanırım) sokakta insandan çok köpek var. Zaten dükkanların olduğu 3-4 caddemsi, birkaç asfalt sokak ve toprak yollardan ibaret şehir. Belki biraz abartmış olabilirim boyutunu da, küçük bir yer anlayacağınız. Biz nasıl başardık bilmiyorum, zamanımızın büyük bölümünü bu 4 caddede kaybolarak geçirdik. Kaybolma nedenimiz de iyi bir mangalcı arayışımız. Bu ineklerin kadere bak… Kimisi Hindistan’da, kimisi Arjantin’de doğuyor… Brezilya’ya adımımı atar atmaz vejetaryen olmaya karar verdim zaten. Şarapları biftekleri götürdük yine. Ama Buenos Aires’teki ilk günümde yediğim eti bir daha bulamadım…
Neyse bu kaybolmalarımız sırasında ilginç bir ayine denk geldik. Kilise gibi bir yerde çılgın bir müzik çalıyordu. Biz de kafamızı içeri doğru uzattık. İnsanlar transa girmişler. Sağa sola sallanıp sanki şeytanı kovalıyormuş gibi hareketler yapıyorlar. Müzik zaten insanı heyecanlandıran hızlı bir şey, rahip de devamlı konuşup insanlara dokunuyor. Kutsuyor mu ne yapıyorsa artık… Yani bütün inançlara saygım var tabii ama o kadar gerçek dışı bir görüntüydü ki deli gibi gülme isteğiyle doldum. Patlamak üzere olduğumdan fazla kalamadık. O trans halindeki arkadaşlar orada beni parçalarlardı Allah göstermesin.
Evet şelaleri anlatmaya başlayabilirim. Bu arada ilk gün 130, ikinci gün 65 peso giriş ücreti alıyorlar . Yapılabilecek 3 büyük parkur var, “Upper Circuit”, “Lower Circuit” ve “Devil’s Throat” yani şeytanın boğazı. Adamlar bitkilerin, nehirlerin, şelalelerin üzerine demirden iskele kurmuşlar. Onların üzerinde yürüyüp bayağı bir doğayla bütünleşiyorsunuz. Ne kadar çok su ve nasıl bir hız…
Orada yürüyen her Türk kendini doğal güzelliklere vermeden önce “Bu sağlam mıdır acaba, bok yoluna gitmeyeyim” diye düşünür… Biz de düşündük. Bu arada Lower Circuit ıslak bir parkur, yağmurlukları unutmayın.
Oradan Isla Martin denilen bir adaya da geçiliyor bedavaya. Ancak biz oradayken su seviyesi çok yüksek olduğu için gidiş kapalıydı. Neyse vaktiniz olursa 3 parkuru da tamamlayın mutlaka. Ancak Şeytanın Boğazı deli bir yer…
Şeytanın Boğazı’nı izleme noktasında bir yazı vardı. “Burayı kelimelere dökmeye çalışmayın, bakın ve meditasyon yapın” gibilerinden. Öyle insanüstü bir yer ki zaten, ne video, ne fotoğraf, ne yazı orada olma hissini veremez. Sanki bir okyanus bir kara delik tarafından çekiliyor. Sizi yutmak isteyen bir şeytan var, evet. Hava kapalı, suyun rengi de çamurlu ve kırmızıya dönük olunca kendinizi ufacık, önemsiz ve korunmasız hissediyorsunuz. Size yaşamı ve ölümü düşündüren bir yer burası. Öyle bakıp yürüyüp gidemezsiniz. Bir müddet nefesinizi tutuyorsunuz ister istemez. Çok bakınca başınız dönmeye başlıyor. Biraz intihara meyilli biriyseniz dikkat edin valla, kendinizi suyun dibinde bulabilirsiniz. İnsan garip bir şekilde o akıntının büyüsüyle, sadece o gücün parçası olma hevesine kapılarak bile atlayabilir. Herhalde o yüzden “Atlamayın” diye uyarı levhaları koymuşlar. Ne zaman ki “Ulan ben bunun dibindeyim ve düşmüyorum, doğaya meydan okuyorum” derseniz, o zaman sanki kara deliğe akan enerji sizin oluyor, birden manyak gibi havaya giriyor, kahkahalar atmaya başlıyorsunuz…
Biz burayı o kadar çok sevdik ki, ikinci gün güneş açınca bir daha geldik. Bu sefer su buharının üstünde gök kuşağı oluşmuştu.
Yine bakmaya doyamadık… Suyun rengi neden böyle biliyor musunuz? Çünkü insan denilen gaddar varlık ağaçları kesiyor. Son 40 yıldır yağmur yağdığında nehirler ne var ne yoksa süpürerek böyle kan ağlıyorlar.
Neyse sadece şelaleler yok tabii parkta. Yürüyüş yolları yapmışlar (dikkat edin ama, jaguarın biri bir çocuk yemiş daha önce) isterseniz trenle de dolanabiliyorsunuz. Bin bir çeşit hayvan ve milyon çeşit bitki görmek mümkün. Yağmur ormanı çok deli dolu bir yer. Yan yana duran 5 ağacın 5’i de farklı ama iç içe girmiş gibi geliyor bana. Pek anlamam ama bitkilerden. Bir kaktüsüm, bir de ufak çamım oldu, ikisini de öldürdüm. Neyse çok tatlı, mavi kaşlı kuşlar vardı. Onlarla muhabbet ettik.
Zaten Ceyda kuşları geçtim mantarlarla falan da konuşuyor. Bir de bezelye kopardı yasak olduğu halde. Daha ne yasaklar deldi de, burada anlatmayayım.
Bir de bu parkta bolca rakun karıncayiyen arası bol tüylü, çirkin ama sevimli yaratıklar görüyorsunuz. Aslında vahşi doğanın bir parçası olmaları gerekiyor kendilerinin. Ama herkes fotoğraf aşkına bunlara yemek veriyor. Bir ufak parça ekmek için 10 tane yaratık bir adamın bacağına tırmanmaya çalıştı gözlerimizin önünde. Kendi hallerinde yemek yiyenlere de rahat vermiyorlar. Arada bir delirmiş halde bunları kovalayan insanlar görüyorsunuz. Parka ilk girdiğiniz de kızıyorsunuz bu insanlara, sonra istemeden de olsa hak vererek sesinizi çıkarmamaya başlıyorsunuz…
Ceyda’nın son gününde bu çevredeki yaralı/terk edilmiş hayvanların bakıldığı bir barınağa gittik, Guira Oga. Yine ormanın içinde. Traktörle sizi bir noktaya götürüyorlar, oradan kafesleri göre göre yürüyorsunuz. O kadar acıklı hikayeler dinledik ki… İnsanlar evlerine vahşi hayvan alıp sonra bakamayıp atınca bu merkeze düşüyorlarmış çoğunlukla. Bir de yolda kaza geçirenler, çocuklar tarafından kör edilenler, çiftçiler tarafından kovalananlar veya bavulların içine tıkılarak Avrupa’ya kaçırılmak istenenler var.
Arjantin’de yollarda yavru maymun satıyorlarmış. Maymunları şarap veya birayla beslediklerinden alanlar onları evcil sanıyormuş, sonra hayvan arabanın içinde deliriyormuş kendine gelince. Genel olarak ilginçti, ama soğuk ve ıslak bir gündü. Bir de pek kuş sevmediğimden birkaç ilginç tür dışında bir yığın hindi falan görmek hafiften baydı. Karnım da acıkmış, kadın hindi aşağı, hindi yukarı deyip deyip duruyor…
Dönüşte yanlış otobüse binmişiz, Ceyda az kalsın geç kalıyordu. Neyse taksiye binerek kurtardık durumu. Kendisine iyi yolculuklar diliyorum, iyi ki geldi, çok güzel bir hafta oldu. Değilse ben kiminle o kadar çok et yiyip şarap içecektim bilmiyorum 🙂
Bana da Brezilya yolları gözüktü artık. Arjantin de bu duruma üzüldü, o yüzden devamlı yağmur yağıyor. Ben de üşenmedim kendisi için bir parça yazdım. Umarım beğenirsiniz.
Ha bu arada, 21 Haziran geldi geçti. İlk defa benim için en kısa gün oldu. Dünyanın dengesini korumak adına 21 Aralık’ta yeniden bu yarım küreye gelmem gerekecek sanırım… Aranızda para toplayıp hesabıma yollayabilirseniz sevinirim.
0
montevideo?
Hirondelle senin yüzünden Montevideo'ya gidemeyişim içimde kaldı 🙁 O yüzden 21 Aralık'ı orada kutlamaya karar verdim. Bu durumun sorumlusu sen olduğun için de umarım İstanbul- Montevideo gidiş dönüş uçak biletlerimi alır, vicdanını rahatlatırsın. Business olmasına gerek yok, o kadar yük olmak istemem tabii… Neyse ben karışmayım artık, gönlünden ne koparsa…
ben senin yerine de kutlarım :p
hirondelle bak akıllı mantıklı birine de benziyorsun ama durumun önemini anlayamadın sanırım. Maya kehanetlerini engelleme, dünyayı kurtarma fırsatı veriyorum sana. Nitekim bir senede iki kere en kısa gün geçirmem tüm dengeleri bozacaktır… Kahraman olacaksın diyorum… Öyle yani, düşün bence…