Buenos Aires’ten ayrılmak üzere otobüs garına gitmeye çalışıyoruz Ceyda’yla. Neyse ki erken çıkmışız, ana yollardan birini kapatmış, yine gösteri halindeler. Gar kocaman, maymunca anlaşarak buluyoruz otobüsün kalkması gereken yeri. Ama otobüs yok… Panik oluyoruz hafifçe, sonra yolun kapalı olması nedeniyle araçların gelemediğini anlıyoruz süper İspanyolcamızla. Ve otobüsün “yarı yatan” kategorisindeki kocaman rahat koltuklarımıza yerleşiyoruz…
Ben yine Kamboçyalı ruhumla dünya kadar yiyecek içecek almamıza neden olmuşum. Yol 17 saat. Artık normal geliyor. İstanbul – Ankara 5 saat yola “Ay acaba uçakla mı gitsem, yorgunluk olmasın” diyen bendeniz şimdi o mesafeleri günübirlik gitmeyi normal buluyorum… İnsan öyle garip bir yaratık. Ben elma, muz, havuç falan yerken Ceyda da bunları tüketmeye başlıyor. Ayıplıyorum…
Meğersem devamlı besleyeceklermiş bizi. Akşam sıcak yemek ve şarap veriyorlar, ardından da “Viski mi şampanya mı?” diye soruyor muavin. Şaşkınlıktan kola ve kahve içiyorum. Film gösteriyorlar gece 12’ye kadar bağıra bağıra, biz Ceyda’yla biraz muhabbet ediyoruz, biraz uyukluyoruz. O kitap okuyor, ben okuyamıyorum yolda midemi bulandırdığı için. Bir film İngilizce sadece. Onu izliyorum. “Man on Fire”. Meksiko’yu özlüyorum. En sevdiğim büyük şehir orası mı oldu acaba? Yok, liste uzun… Sonra da İspanyolca bangırtıları kesmek için mp3çaları takıyorum kulağıma. Uzun yolcuklarda hep aynı şeyleri dinliyorum. George Winston, Leonard Cohen, Eliott Smith, Smiths, Radiohead, Noel Gallagher, Cat Power, Bülent Ortaçgil ve Cenk Taner (Mert sağolsun 🙂 Bir milyon parça var yanımda halbuki, ama bunlar pencereden geçen ağaçlar, insanlar, kırık dökük evler, çöl, okyanus ve gökdelenlerle iyi gidiyor. Beni rahatlatıyor. Bir bakmışım uyumuşum…
“Saat kaç Ceyda?”
“4”
“Saat kaç Ceyda?”
“8”
Tüm gece sadece bir kere horultumu kesip uyanıyorum anlayacağınız. Kahvaltımızı veriyorlar hızlıca. Hoş geldik yağmur ormanlarına ve şelalelere…
0
Bir Cevap Yazın