Hava nasıl güzel, nasıl güneşli… Ceketimi falan elime aldım, tişörtle dolandım tüm Perşembe. Yeşilliklere attım kendimi. Bir Japon bahçesi var, çok güzel demişlerdi. Gittim ben de. Nasıl ukala olmuşum anlatamam. Bildiğiniz park, ortasında da su birikintileri. İnsanlar meditasyon yapıyorlar. Bu arada sağlı sollu 10 şeritli bulvarlar. Gürültü öyle böyle değil. Herhalde yanlış geldim dedim. Bir adama sordum, doğru yerde miyim diye. “Si” dedi, at hırsızı kılıklıydı, güvenemedim. Derken çekik gözlüler yanaştılar yanıma. “Japanese Garden?” dediler inanamaz gözlerle. “Si amigos” dedim ben de. Öyle işte Japonya’yı bilmesek yutturacaklar bize. Demiş miydim ukalayım diye?
Sonra Cuma oldu. Ceyda gelecek akşama. Hava 10 derece soğudu. Yağmur çamur… “Ben havalanına gelip seni karşılarım” demiştim. Onun yerine battaniyenin altına girip uyudum, nasıl bir kış bezginliği üstümde. Ceyda ulaştı otele sapasağlam. “Yorgunsan bak, dışarı çıkmayalım” dedim. Neredeyse 1 gündür yollarda, uyur diye düşünüyorum. “Yok nerede bira var?” diye tutturmasın mı? Çıktık yedik içtik öyle olunca… Hep yeni tanıştığım veya uzun senelerdir görüşmediğim insanlarla bir arada olunca ya dünyayı kurtarıyoruz ya da yolculuklarımızı anlatıyoruz… En fazla fazla İnkaları çekiştiriyoruz. Dedikodu yapma ihtiyacım karşılanmıyor pek. Ceyda’ya dedim başla tüm İstanbul’un kulakları çınlatmaya… Öyle ev sıcaklığı getirdi yani amiga.
Ben bu arada kendimi “portena” ilan etmiş bulundum. Yani Buenos Aires yerlisi. Ceyda’ya rehberlik yapıyorum kendimce. “Bak meydan, bak kilise, bak sokak, bak nehir” falan dedim. Pek tatmin olmadı sanırım. Mutluluğu yemekte aramaya karar verdik öyle olunca. Et ve şarap olayına girdik üzerinize afiyet. 400’er gram eti götürdük kişi başı. Geldiğimden beri bir inek yedim herhalde. (Vejetaryen okuyuculardan özür diliyorum, biraz vahşileştim yollarda)
“Bu yemekten sonra mezarlık iyi gider” dedi Ceyda. Öyle olunca meşhur Recoletta mezarlığında bulduk kendimizi. İnanılmaz bir yer gerçekten. Parasına göre kimisi kulübe, kimisi 2 katlı ev yaptırmış ölüsüne. Bazıları kırık dökük çok bakımsız, bazıları da fazla modern ve tertemizdi. Bir yığın heykel var çevrede. Şeytanı öldüren melekten rahmetlinin kendisine kadar.
Bu şehre yolunuz düşerse mutlaka gidin. Kalabalığı takip ederseniz de Eva Peron’un mezarını bulursunuz kolayca. Ruhuna bir El Fatiha okursunuz. Neyse biz hemen bu önemli durağı halledip mezarlığın sokaklarında kaybolduk. Ufak bir kasaba gibi. Bu arada Ceyda bütün mezarların içlerine bakıp girmeye çalışıyor. Sonra da böyle masum masum poz veriyor…
Bazılarının camları falan kırık olduğundan tabutlar ya da kemikler açıkta zaten. İyi iskelet gördüm şu dünya turunda… Fotoğraf çektik bol bol.
Bir güvercin konmuştu bir heykelin tepesine. El çırpıp bize bakmasını sağlamaya çalışıyoruz hayvanın. Mezarlıkta olduğumuzu unutmuşuz. Özür diledik sonra “çevre halkından”. Cevap vermediler neyse ki. Nitekim biraz korkunç bir yer. Tabutların üzerinde kirlenmiş beyaz örtüler, fotoğraflar falan görünce korku filminde hissediyor insan kendini. Ben de “Ave Maria” söylemeye başladım bu kadar haç görünce. Baktık daha fazla kalmamız bizim için iyi olmayacak döndük otelimize.
Palermo denen bölgenin akşamları çok hareketli olduğu söyleniyordu. Saat 10 gibi yemeğe gitmeye başlıyor erkenciler. Çoluk çocuk hem de. Yedik içtik biraz. Çok mu kafamda abartmışım, kış olduğundan mı, biz mi doğru yere gidemedik bilmiyorum ama hayal kırıklığına uğradım biraz. Bir Taksim değildi hiçbir şekilde. Bu arada Ceyda “Hani sokakta entel kovboylar dolanıyordu, neredeler?” diye isyan etti. Anlaşıldı ki benim Peru’dan sonra gözüm dönmüş. O zaman yarın kovboyların pazarına gidelim bari” dedik, yattık uyuduk.
Pazar günü nasıl bir soğuk ve yağmur… Ben sabahtan “Comandante Che Guevara” diye çığırmaya başladım. Ave Maria geçici bir tutkuymuş. Neyse havayı takmadık, yılmadık düştük yola “Feria de Matederos” aşkına. Çok güzel et de yapıyorlarmış diye duyduk.
Uzun sürdü otobüs. Ceyda bir duvarda inek resimleri görünce “Yaklaşıyoruz herhalde”dedi. Kasaptı orası… Olmayan et kokularını bile almaya başladık. Zaten pazar yerinde de devamlı yiyip içtik. Kahve içecek sıcak bir yer bulamayınca biraya dalarak başladık güne. Ortada kovboy müziklerini çalıp dans ediyorlardı deli gibi.
Kalabalık değildi tabii hava durumu nedeniyle. Birçok tezgah da boştu ama biz yine alışveriş bile yapmayı becerdik.
Neyse bunları geçelim. Derken nasıl adlandıracağımı bile bilemediğim, içeride müzik çalan bir mekanın önünde bulduk kendimizi. Sanki alacakaranlık kuşağına bir geçiş yaptık. Hala o yerin gerçek mi hayal mi olduğu konusunda şüphelerim var. İyi ki iki kişiydik. İnanılmaz kötü sesiyle şarkı söyleyen bir adam, yanında şarkıların sözlerini bilmeden eşlik etmeye çalışan bir kadın, beyazlı kırmızılı ev elbisenin üstüne kürk giymiş ve kalın kelebek gözlük takmış bir teyze… İki teyze, üç teyze… Hepsi birbirinden ilginç. Kiminin saçlar en son 1920’de yapılmış öyle sanıyorum ki. Ve dans eden amcalar ve dedeler. Toplam zaten 10 kişi falan var. Bir de biz. Herkes birbirini tanıdığı için misafir olarak dikkatleri üstümüze çektik ister istemez. Bir de güzel kazıklanarak hayatımızın en pahalı kolasını içtik. Değdi ama . Ceyda’nın birçok hayranı oldu. Biri 90 yaşındaydı sanıyorum. Ceyda pek yüz vermedi ona. 🙁 Bir de 20’lik vardı. Saçlarını punk modeli jöleleyip kazaklarını çıkardı Ceyda için. Sonra da kıvırmaya başladı bildiğiniz. Allahtan şarkıcı bana serenat yaptı da, kıskançlık krizine girerek olay çıkarmadım.
Neyse Ceyda kovboy kısmetlerinden de mutlu olmadı. Öyle olunca donarak döndük sıcak odamıza.
Boca ve Tango da yarına…
0
Bir Cevap Yazın