Şehirdeki birinci saatimde “Fransa’yı, İtalya’yı ve İspanya’yı karıştırsan işte böyle bir yer olur” dedim, sonradan öğrendim ki bu 3 milletin göçmenlerinin torunlarıymış bu halk. Her taraf İtalyan lokantaları, muhteşem kafeler (ve kahve çok güzel), birbirinden çekici tatlıcılar, İtalyan dondurmacıları ve yer yer Paris’i hatırlatan binalarla dolu. Dil de İspanyolca… Gezimin en Avrupalı durağı, orası kesin. İyi bir mola gibi geldi. Buenos Aires’i birinci saatte anladığımı sanmak tam bir gerzeklikmiş oysa.
Arkadaşım Ceyda’nın bu Cuma bana katılmasını beklediğimden ve turistik aktiviteleri hafta sonuna sakladığımdan günlerimi sokaklarda yürüyüp Buenos Aires’i tanımaya çalışarak geçirdim.
Burası senelerdir gelmek istediğim bir yerdi ama gelince o kadar da ilginç bulmadım ilk başta. Dünyanın her tarafındaki bütün büyük şehirlerin ortak bir enerjisi ve birbirine çok yakın düzenleri var. O yüzden içlerine karışıp kendilerine has karakterlerini çözmek gerek. Turist olarak kaldıkça biranın sadece köpüğünü içmiş, gerisini bardakta bırakmış oluyorsunuz. (Ne güzel benzetme yaptım) Ben de böyle bir uğraşa girdim. Fotoğraf bile çekmedim doğru düzgün. Yürüdüm, bakındım, konuşmaya çalıştım, yedim ve içtim (kahve).
Daha uçaktayken insanların güzelliği dikkatimi çekti. (Şimdi tüm Peru halkından özür diliyorum) Peru’dan sonra da böyle gelmiş olabilir (Benim zevkime göre tabii). Akdeniz insanına buranın havası, suyu, eti yaramış. Kovboy toplum zaten. Tüm filmlerdeki yakışıklı kovboylar entel dantel havalara bürünmüş halde sokaklarda yürüyorlar kızlar, bilginize.
Kahve kokuyor sokaklar. Öyle elde dolandırılmıyor. Oturup içiliyor. Öğlen yemekleri uzun uzun yeniliyor, bazen şarap da işe dahil oluyor. Hafta içi akşamları bile herkes sokaklara akıyor. Saat 10’dan sonra gece başlıyor ve bol miktarda pizza ve bira tüketiliyor. Sudan ucuz.
İnanılmaz sayıda cins köpek var. Daha az çocuk… Devletimiz oraya da yardım elini uzatmak ister mi acaba?
Her yerde tango reklamları. Hafta sonu sokak tangosu izledikten sonra daha çok bahsedeceğim bu konudan. Dikkat ettim çok insan şarkı söylüyor kendi kendine. Sokakta sevgilerini her türlü ifade etmekten kaçınmıyorlar. (Meksika kadar olmasa da) Güzel ve aşık gözüküyorlar. Yemyeşil parkları, şık caddeleri, özenli kıyafetleri var. Ve birkaç adım sonra…
Birkaç adım sonra sanki Mahmutpaşa’dasınız. Sesler yükselmeye, insanlar alevlenmeye başlıyor. Metro treni 1800’lerden, otobüsler 1970’ten kalma gibi. Akşam eve yürürken çöpten ailecek kağıt toplayanları görüyorsunuz. Kaldırımın her girintisinde bir yatak ve bir sürü battaniye var. Bazen de köpekler… Ve çocuklar… O şık kafelere, ucuz büfelere, ulaşım araçlarına, her yere insanlar girip bir şeyler satmaya çalışıyor. Kimse bir şey demiyor, kovmuyor diye şaşırdım önce. Ama sanırım yüzleri yok. Ülkenin 3’te biri fakirlik sınırının altında. Son ekonomik krizlerle insanlar evlerini kaybetmiş, kendilerini aç bulmuşlar.
Devamlı protesto halindeler. Haklarını aramak için sokaklara dökülüyorlar, çok büyük saygı duydum. Buranın da Cumartesi anneleri var, “Mayıs Meydanı Anneleri”. Ülkede 1976-1983 arası kayıplara karışan 30000 kişinin olduğu iddia ediliyor. İnanılmaz bir sayı. Bu memleketin de yakın tarihinde çok büyük acılar var. Bizdeki gibi.
Boca’ya yani asıl ateşli mahalleye henüz gitmedim. Tehlikeli olduğunu söylediler. Elimden tutsun diye Ceyda’yı bekliyorum. Para isteyen olursa Ceyda’yı bırakıp kaçacağım. Ah et konusu! ET! Arjantin’de biftek yememiş birisi, biftek yememiştir bana göre. Öyle böyle bir olay değil. Tokyo balık pazarında yediğim suşiden sonra ilk defa bir lokmayla böyle kendimden geçtim. Neyse ki kolesterolüm iyi…
Peron ailesi, turistik mekanlar, parklar, Recoletta mezarlığı, tango, gece hayatı, Ceyda gibi daha eğlenceli konuları yazacağım bir sonraki yazımda.
Şimdi bugün ziyaret ettiğim gemiyi düşünerek uyuyacağım. Arjantin’in dünya turu yapmış ilk gemisi…
Herhalde her turist gibi üzerinde durduğum 10 dakikada fırtınalar atlattım, korsanlarla savaştım, bana ihanet edenleri ayaklarından bağlayıp suya sallandırdım. Sonra da halatları kestim. (Bütün turistler bunu düşünmüştür değil mi?) Demir tabaklarda patates yiyip şarap içerken kadınlardan bahsettim (Eh kadın yokmuş gemide, erkek oldum ben de.) Kaptanın fotoğrafı vardı, sevmedim. Görüntü olarak Tenten’in dostu Kaptan Haddock’u seçtim kendime (Cem arkadaşıma selam yolluyorum) Güneşli bir günde uçsuz bucaksız okyanusa baktım sonra, bacaklarımı üçgen yapıp, ellerimi arkadan kavuşturarak “Bu dünya turunu tamamlayacağız” dedim.
arjantinliler için kendilerini italyan sanan, ispanyolca konuşan, fransız gibi davranan brezilyalılardır der brezilyalılar.
🙂 Ama şu son kısmına katılmıyorum. Brezilya'ya yeterince Fransız turist gitmiyor herhalde.
duygu hanım merhaba,
arjantinle ilgili bir anımı paylaşmak istiyorum:
arjantin dünyanın öte ucunda bir ülke. ülke demek yanlış olmaz çünkü gerçekten de abd tarafından tanınan bir ülke. abd'nin biraz güneyinde ama; bu yüzden halkı kendilerini sürekli abd'lilerin baskısı altında hissederler.
ben de annesi türk, babası amerikalı(denver/colarado) bir gezgin olarak oraya gittiğimde benim baba tarafı kanımı hemen anlamışlardı. böyle olunca ikramların ardı arkası kesilmemiş, aynı zamanda beni baştacı yapmışlardı.
Amerika kıtasındaki bu dostluk beni çok sevindirdi. Darısı Küba'nın başına.
Acaba Arjantin'de ezogelin çorbası içebileceğim bir yer var mı? Çok canım çekiyor bu aralar…