Topladım pılımı pırtımı. Her çantayı yapışımda Cusco’dan donarak aldığım battaniye büyüklüğündeki şala küfrediyorum. Bindim taksiye, Ica’ya gidip Lima’ya otobüs bileti aldım. Biraz zamanım vardı, yerel halkın ilgi dolu bakışları arasında o sokak senin bu sokak benim yürüdüm. Pek turist dolanmıyor burada, daha çok iki otobüs arası bekleme salonlarında oturuyorlar. O yüzden de garip geliyor sanırım insanlara. İlginç bir yer de değil. Neyse bindik gittik.
Lima’ya girerken hava kararmaya başlamıştı. Zaten puslu etraf. Çölün üzerinde bir oda büyüklüğünde evler var ara ara. Gittikçe sıklaşıyor. Kendimi Amerikan bilim kurgu filminde gibi hissettim. Uzaylılar dünya nüfusunun %98’ini öldürmüşler, %2’sini de deneysel amaçlı bırakmışlar sanki. Uzaylı kısmı belki Nazca’dan aklımda kalmış olabilir. Çabuk etkileniyorum.
Lima’da Miraflores denen bölgede bir hostele yerleştim. Şimdi şöyle anlatayım, hosteller iki alanda yoğunlaşmış durumda. Biri Lima’nın Sultanahmet’i olan şehir merkezi, öbürü de Etiler’i olan Miraflores. Sultanahmet kısmı için geceleri Tarlabaşı gibi oluyor dediler, ben de tercih etmedim. Zaten akşam hayat Miraflores’te akıyor. Gecenin bir köründe bile ana caddelerde rahatlıkla dolanabilirsiniz. Çok kalabalık zaten hep. Sokaklar kafeler, lokantalar ve bilindik bilinmedik bir yığın mağazayla dolu. İçinde yürüdükçe Etiler’den çok Fenerbahçe-Suadiye arasını hatırlattı bana gerçi. Kaldırım vardı doğru düzgün, ondan olabilir. Evde gibi hissettim kendimi. Peru’da olduğunuzu unutmak çok kolay zaten. İnsanlar beyazlaştı. Turist de bol ama yerli halkın rengi açıldı burada. Kıyafetler “cool”laşmaya, atkılar boyna entelektüel bir havayla atılmaya, bebekler örtü altında emzirilmeye başlandı. (Genelde sokak ortasında açık bir şekilde yapıyorlar emzirme olayını. Pek dikkat bile etmemiştim aslında, ta ki unutmak istediğim bir sahne görene kadar. Kadın ayakta, çocuk da ayakta süt emiyor. İnsanların boyunun çok kısa olduğunu unutmayın tabii. Çocuk da 3-4 yaşındaydı tahmin ediyorum. Pek bakamadım)
Neyse Miraflores’te bol bol ceviche yedim (Arequipa yazıma bakabilirsiniz). Deniz ürünlüsünü de denedim ama balıklısı daha güzel. Sonra sahile gittim. Miraflores okyanus kenarında olmakla beraber 70 metre yükseklikte. Ucuna gelince aşağı bakıyorsunuz, uçurum. Bu durum da yamaç paraşütçülerini mutlu ediyor. Hava iyiyken tepede 6-7 tane görebiliyorsunuz. Sahil boyunca sanki dibinize konacaklarmış gidi yakında geçip duruyorlar. Uzun uzun izledim onları.
60 dolara profesyonel birisiyle 10 dakika deneyebiliyorsunuz. Yapmayı aklıma koydum ama şimdi anlatacağım beklenmedik nedenlerden dolayı fırsat olmadı. İçimde kaldı, en yakın zamanda deneyeceğim. O kadar huzurlu gözüküyorlardı ki! . Lima’nın tek güzel yeri bence. Parklar, okyanus sesi, uçan adamlar… Bir de mango mojito yuvarlayın. Mis…
Neredeyse şehir merkezini görmeden Lima’dan ayrılıyordum. En sonunda kazık olmasına rağmen San Francisco Manastırı gezisini de içeren bir otobüs turuna yazıldım. Miraflores’ten çıktığımız andan itibaren insanların rengi koyulaşmaya, boyları kısalmaya, etraf kirlenmeye, fakirlik kendini hissettirmeye başladı. Bu ten rengi ayrımı çok dokundu bana. Latin Amerika bu konuda ABD’den daha ırkçı gözüküyor dışarıdan.
Şehir merkezi de fakir. Kolonyal binalar her yerde. Bazıları kırık dökük… Miraflores’in zenginliğini biraz buraya kaydırsalar diyor insan. Neyse binaları meydanları tanıya tanıya geldik Manastıra.
Mutlaka ziyaret edin bu mekanı. Hafif Harry Potter vari bir yer. Kütüphanesini görünce ağzımı hayranlıktan kapayamadım bir türlü. Aslında öyle çok büyük de değildi ama sanki çok sihirli bilgiler içeriyormuş, her an gizli bir bölme açılıp 1600’lü yıllardan kalma bir amca karşınıza çıkıverecekmiş gibi geliyor. (Yani bana öyle geldi) Neyse sonra mezarlar var burada. Biraz klostrofobik bir mekanda bir yığın iskeletin yanından geçiyorsunuz. Bir odada tam bir insan iskeleti var. Diğer toplu mezarlarda ayırmışlar kol bacak kafatası olarak. Yuvarlak alanlarda da dizayn yapmışlar resmen. İşte ortaya kafatasları, sonra onları çevreleyen şekilde kol, sonra bir sıra daha kafatası vesaire şeklinde. Sanki çiçek ekiyorlar. Fotoğraf çekmek yasaktı, paylaşamayacağım. Pek etkilemiyor beni böyle şeyler de rahatsız olacağınızı düşünüyorsanız bu kısmı atlayın. Bir yığın ölü adam görmeyi herkes istemeyebilir.
Bu geziyi de tamamlayıp döndük geri. Son akşamımda gidip sinek kovucu, güneş kremi falan aldım. İlaçlarımı tamamladım. Ertesi gün Amazonlara gideceğim çünkü. Sabah 6:20’de uçak var. O gün kahvaltıda da Şilili, 3 sene yağmur ormanında yaşamış bir adam bana çok övdü orman işini. İyice heyecanlandırdı. Gerçi sonra kadınların güzelliğinden ve nasıl hizmet ettiklerinden bahsetmeye başladı. “Oranın kadınları çok farklı” deyip durdu. Yahu Amazon kadınları değil miydi tek göğsünü kesip savaşan? Tamam belki Sinop’taydılar ama Amazon Amazondur. Kızdım o muhabbete. Bir de şaman törenlerine katıl mutlaka dedi. Bakarız dedim…
Neyse geceye dönelim. Her şeyimi hazırladım, kıyafetlerimi bile giyindim, bakayım online chek-in yapabiliyor muyum dedim. Terslikler böyle başladı. Biletimi Arequipa’dan almıştım. E-bilet, bana basıp vermişlerdi. Yazanlar pek okunmuyor, printer 1950’den falan kalmaydı sanırım. İsmim yerine “British” yazıyor ama onu okuyabiliyorum. Bu elbette benim hatam. Bileti aldığımda hızlıca bakıp “British”in ülke kısmında yazdığını sanmışım herhalde. Ama dikkat etmemişim yeterince. Googla’dım bu durumu. Bazen terslik çıkabileceği falan yazıyordu, ama pek sallamadım. Facebook’a yazdım hatta “Gidebilecek miyim acaba hihaho” diye. Gidemeyeceğime ihtimal vermiyorum tabii. Peruvian Airlines diye dandik bir havayoluyla uçuyorum zaten. 2011’de güvenlik kurallarına uymadıkları için 3 ay ceza almışlar, ama politik bir konu olduğu söyleniyor. Sicilleri temiz. Sonra da İrlandalılar almış, iyidir dedim.
Sabah saatin çaldığını duymadım. (Terslik 2) Neyse uyandırdılar taksi diye. 2 Amerikalıyla bindik arabaya. Biraz geç kaldık bu arada. Amerikalı adam bana bin bir soru soruyor. Ben ağzımı açamıyorum. Halbuki bana onca soru soracağına pasaportunu kontrol etseymiş daha iyiymiş. Birden “Kahrolasıca pasaportumu ve paramı otelde unuttum” dedi. (Alt yazı sansürüyle çevirdim, pek böyle demedi aslında) (Terslik 3) Geri döndük, aldık tabii. Neyse vardık havalanına bu maceradan sonra. Upuzun kuyruk. Sıra bana geldi sonunda. Kadın baktı baktı, sen bizim ofis kısmına gitmelisin, orada sana yardımcı olacaklar dedi. (Terslik 4) Ulan gelsin birisi buradan baksın. Neyse boynumu büküp çıktım sıradan. Bir sürü telefon konuşmaları, beklemeler derken benim uçak saatim geldi. En sonunda yeni bilet alman gerekiyor dediler. “Kahrolasıcalar!” dedim ben de içimden. (Sansürsüz bu, ben kibar konuşuyorum) Kendimi haksız buluyorum, sakın yanlış anlamayın, ama adım yerine milletim yazıyor, sahtecilik yapmadığım ortada. Duygu yerine Ahmet yazsa tamam da… Bu dandirik havayolunun bana bir daha bilet satmak için izin vermediğini düşünüyorum. Sinirlendim, gittim diğer şirketlere sordum. Çok pahalı. Bu Iquitos denen şehre de ya günlerce nehir yolculuğu yaparak ya da uçakla ulaşabiliyorsunuz. Benim uçak kaçtı zaten bu arada. Ne yapacağıma karar veremedim. Gittim bir kahve aldım. Sakinleştim. “Her işte bir hayır vardır” dedim. Pasaportumda İngiliz yazıyor ama kanımda Türk kaderciliği var ne de olsa. Ya timsahlar tarafından yenseydim? Ormanda kaybolsaydım? Kobra soksaydı? Neyse geyik bir yana, kendimi yolun akışına bıraktığım müddetçe, yolun beni doğru şekilde yönlendireceğine dair bir inancım var. Saçma gelebilir biliyorum. Belki yalnız seyahat etmenin verdiği güvensizliği bu şekilde gidermeye çalışıyorum. Seyahatimin başından beri hiçbir şeyi zorlamadım. Bu düşüncelerle Iquitos macerasından vazgeçtim. Lima’ya dönüp Peru’nun kuzey sahiline doğru otobüsle yolculuk edeyim dedim. Onu da istemedim sonra. Burada kalmak bana Iquitos hayal kırıklığımı hatırlatacak. Sonra kafamda lamba yandı. Anca uyanabildim. Ayın 16’sında Buenos Aires’e uçuşum vardı. Onun tarihini istediğim gibi değiştirebiliyorum. Yer de varmış. 3 saat sonra uçağa yerleşmiştim.
Bu arada benim çantada koka yaprakları, koka şekerleri… Koka ürünlerini yurt dışına çıkarmak yasak. Şekeri atmadım da, yapraktan korktum biraz. Çok kokuyorlar çünkü. Tüm çantayı boşaltıp yaprakları buldum. Yeni çektiğim soleleri dolara çevirdim. Gereksiz para kaybettim yine. O kadar hızlı oldu ki gidiş kararım, Peru’ya karşı nostaljik hisler bile duyamadım. Sadece Iquitos’tan sonra Lima’ya döndüğümde yamaç paraşütü yapmak istiyordum, ona üzüldüm. Halbuki çok sevdim bu ülkeyi. Seyahatimin en ilginç durağıydı. “Sadece bir ülkeye gidebileceğim, neresi?” deseler Peru derim. Her şey var çünkü. Plajı, çölü, dağı, yağmur ormanı, köyü, şehri, uygarlıkları, gizemi, gölü, adaları, koka yaprakları, uzaylıları… 🙂
Sabah iç hatlar uçacağım diye kalkıp kendimi Arjantin uçuşunda buldum anlayacağınız. Doğa harikası orman yerine “insan harikası orman”a doğru yol alırken tüm hücrelerimde, özellikle midemde özgürlüğü hissettim. “Iquitos’a gidemezsem Buenos Aires’e giderim” ne olacak diyebilmek, böyle bir seçeneğe sahip olmak, bu değişikliği hemen içimde kabullenebilmek saf bir mutluluk hissi verdi. Daha önce hiç tanımadığım bir duygu. Ya da farkında olmadığım. Sonra koltuğuma yerleşmiş uykuyla uyanıklık arası gidip giderken garip bir rüya gördüm. Vücudumda beyaz, çok güzel çiçekler açıp sonra kapandı. Frida tablosu gibiydi biraz. Ama mutlu versiyonu. Sanki rüyam “artık değiştin” diyordu. Değiştim mi gerçekten bilemiyorum. Hep hayatım ikiye ayrılmış gibi geliyor, 3 Şubat’tan öncesi ve sonrası. Büyük ihtimalle İstanbul’a döndüğümde yolculuk kısmı bir parantezmiş gibi gelecek. Uzun süre yolculuk yapmış olanlar nasıl hissettiklerini belki benimle paylaşırlar…Ben de vakti gelince nasıl hissettiğimi size söylerim.
Neyse boş verelim benim iç dünyamı da size Peru’da yiyemediğim bir yemekten bahsedeyim. Hint domuzu.
(Doğrusu kendisine hiç Hint domuzu dendiğini duymadım, Guinea Pig’den bahsediyorum). İngiltere’de kaldığım sürede Fransız bir ev arkadaşımın “Copain” (arkadaş) isimli bir Hint Domuzu vardı. En büyük eğlencemizdi. Yani his olarak köpek yemek gibi benim için. Görüntü olarak da fare yemekten bir farkı yok. Yemek konusunda genelde cesaretli olmama rağmen bunun düşüncesi bile midemi bulandırdı. Deneyemedim. Bu hayvanlara neden Guinea Pig denildiği bilinmiyormuş anladığım kadarıyla. Belki Avrupa’ya Guinea üzerinden ulaştırılmış olabilirmiş. Halbuki Peru’nun dağlarında yetişen, çok kolay üreyen, İnkaların ve önceki medeniyetlerin bolca tükettikleri bir hayvan kendisi. Biz “Hint Domuzu” olayını nasıl uydurmuşuz o da ayrı bir konu. Şu İsa’nın meşhur “Son Akşam Yemeği” tabloları olur kiliselerde ve müzelerde, bilirsiniz. Masada da ne bileyim balık, ekmek, şarap falan… Peru’da dikkat edin hep ana yemek Hint Domuzu. İsa Hint Domuzu yiyor. Tövbe tövbe…
Neyse ben İnka koladan son bir yudum alayım….
0
Bir Cevap Yazın