Evet ve Dominik’e geri döndüm… Bu arada Meksika’ya giderken başıma gelen bir olayı sanki yeni olmuş gibi anlatacağım izninizle… Unutmuşum çünkü… Panama Havayolları Copaair’le uçuyorum. Uçaklar, servis falan çok iyi. American Airlines’tan sonra her uçağı beğenirim zaten. Alçalıyoruz, pilot abi biraz hızlı iniyor diye düşünüyorum ben. Bu arada da giriş formu dolduruyorum. Otomatiğe bağladım zaten form doldurma konusunda. “Nerede kalacaksınız?” sorusuna bile hızlıca cevap uydurabiliyorum. Neyse “indik mi nooldu?” derken pasaportu yan koltuğa bırakıvermişim. Kütledik sonra, pilot abi bir frene bastı, kafamı ön koltuğa vuruyordum, benim pasaport da fırladı gitti. Kaynar sular döküldü tepemden. Birkaç dakika sonra şöyle bir manzara var, herkes üst bölmelerden eşyalarını alırken ben “Desculpa, desculpa” diyerek yerlerde sürünüyorum. 4 sıra önde bir adamın ayağının altından çıktı. Sarıldım öptüm. Devam ettim yoluma…
Santo Domingo’ya geldikten sonra bir müddet sadece uyudum… Yorulmuşum sanırım. Akşam Hilda’nın ofisten arkadaşlarıyla dışarıya çıktık. Aslında öncesinde beni ofisine götürdü. Herkese süper göbek attığımı söylediği için müzik koyup beni oynatmaya çalıştılar… Beni bilenlerin şu anda kahkaha attığını duyar gibiyim. Ben ve göbek atmak… Ama bu latin ülkelerinde biraz kıvırmayı öğrenirim belki. Neyse daha önce iddiaya girmişler, o nedenle colmadon denilen tipik bir bara gittik. Normalde gittikleri bir yer değilmiş, hatta Hilda oraya gittiğimizi kimseye söylememem konusunda beni uyardı. Ben de tüm ülkeye yaymaya karar verdim. Çünkü neden utanılacak bir yer olduğunu anlamadım. Bunlar dükkan/bar arası yerler. İnsanlar bir şeyler alıp gidiyorlar veya orada atıştırıp, biraz sohbet edip içiyorlar. Latino ezgiler çalıyor. Herkes kendi halinde, mutlu bir ortam. Tam kafamdaki Karayipler’di aslında. Lüks mekanlar dünyanın her tarafında aynı, ben böyle salaş yerleri seviyorum. Tokyo’da cereyan eden jet sete karışma isteğim geçti neyse ki…
Bu amca böyle dans edip durdu bütün gece… Aslında çok üzgün geldi bana…
Bunlarda Hilda ve müstakbel kocalarım…
Evet burada nasıl bir kısmet açıklığım var annecim babacım anlatamam. Özellikle Hilda “Türkiye’de eskiden 1 adam 4 kadınla evleniyormuş, şimdi 1 kadın 4 adamla da evlenebiliyor” diye açıklama yapınca hepsi birden evlilik teklif ettiler. Bu kız benimle iyi eğleniyor gerçekten 🙂 İşte Türkiye’de bir tane bulamadık, burada elini sallasan ellisi…
Ertesi gün şehrin kolonyal kısmında faytonla gezdik. Adam bizi devamlı dükkanların önünde bıraktı alışveriş yapalım diye. Bizde de yaparlar ya aynı şeyi. Biraz sinir oldum o kısmına. Güzeldi ama. İspanyolların yaptıkları tek iyi şey bu binalar olmuş zaten. Değilse o kadar acıklı ki… Tüm bir ada halkını katletmişler… Neyse yağmur yağdı ara ara. Kaleyi gezdik, bir de o dükkanlardaki resimler… Hepsini alıp İstanbul’a götürmek istiyorum.
Sonra bir sinema teklifi aldık. İngilizceyse gelirim dedim. İngilizce dediler. “Ayrılık”mış bizim film. Yani Farsça, İspanyolca alt yazılı. Neyse ki biliyordum filmi, ayıp olmasın diye sesimi çıkarmadım. Biraz izledim, biraz İspanyolcamı geliştirdim, biraz telefonumla oynadım, biraz uyukladım. Hayatımda gittiğim en rahat sinemaydı bu arada.
Sonra da yollara düştük Hilda’yla. İşinden izin aldı o da beni gezdirmek için. Buradaki misafirperverlik de madalyalık gerçekten. Nasıl teşekkür edeceğimi şaşırmış durumdayım. Yalnız hava durumunu iyi ayarlayamamış. Meksika’ya gitmeden önce yağmur yağıyordu. Ben oradayken düzelmiş, ben gelince yine bozuldu. Hele dün seller sular götürdü…
İlk hedefimiz Samana’ydı. Yolda gelirken de bir şelale ziyareti yaptık.
Çook güzeldi ama basık ve nemli havada dik bir yokuş inip çıkmak gebertti bizi. Vardık sonra otelimize. Buralar gerçekten cennet. Bunu havanın kötü olmasına ve bu nedenle denizin renginin o kadar güzel olmamasına rağmen söylüyorum…
Punta Cana’da her şey dahil oteller varmış. Samana tarafınıysa Fransız ve İtalyanlar alıp pansiyon tipi yerler yapmışlar. İnanılmaz sakindi. Biraz yürüyünce el değmemiş kumsallar çıkıyor karşınıza. El değmiş olanlarında da aynı anda 1-2 kişi denizde oluyor. İnsandan çok köpek var. Ben alıp başımı yürüdüm biraz. Kumsalda palmiye ormanı var resmen. Çıplak ayak dolandım aralarında. Fotoğraf çektim. “Ahan da ne güzel” dedim ağzım açık. Bir ara etraf o kadar ıssız oldu ki korktum hatta. Geri döndüm. Arkamdan iki adam geldi. Yılan yakalamışlar benim dolandığım yerden. Köpekler de çoştu yılanı görünce.
“Burada yılan mı vaar?” oldum. Zehirsizmiş neyse ki. Ama ben güzelce bir yutkundum yine de. Vahşi hayvan sevgisi dediysem o kadar da değil. Elim kadar kurbağalar zıplıyor etrafta zaten. Kuğu, horoz falan olmasın da…
Buradaki adamların laf atışları çok garip bu arada. Meksika’da tıslıyorlardı resmen. Geçerken önlerinden “Şşşt yavrum” yerine “Tsss” diyorlardı. Aztek geleneği herhalde. Biraz vahşilik var. Burada direkt “I love you baby” diyorlar. Ben bundan sonra “Tss baby” şeklinde laf atacağım gerekirse.
Bugün uzun uzun baktım okyanusa. Baktıkça mutlu oldum. Atlantik kıyısındayız bu arada. Atlantik’in öbür ucunda eski dünya… “Dünya cebime sığar mısın?” yazımdaki düşüncelerden uzaklaştım. Belki arkada çalan acıklı Latin ezgilerinden, belki görüş alanımdaki palmiyelerden uzak diyarlarda olduğumu hissettim. Yol güzel şey…
Yarın Tarzan olacağım… Ya da Jane… “Ne saçmalıyor bu kız?” demeyin, bir sonraki yazımı da okuyun. O zamana kadar “Tss baby, hasta la vista!”
0
Bir Cevap Yazın