Biraz sarsıntılı bir uçuştan sonra beyaz kum ve turkuaz deniz manzarasının üzerinden alçalarak Cancun havalimanına indik. Ricardo’nun önerisi üstüne meşhur Maya piramidi Chichen Itza’ya yakın olan sevimli kent Valladolid’e doğru yola koyulduk. 3,5 saatlik tıngır mıngır bir yolculuktan sonra ana meydanın yakınındaki bir otele yerleşmeye karar verdik. Kadın klimalı oda ister misiniz diye sordu. Birkaç dolar fark vardı, görmeden he dedik. Hayatımda böyle klima görmedim, sanırım 1920’lerden kalma… İlk icat edildiğinde koymuşlar, sonra da bir daha dokunmamışlar…
Öyle işte, güzel bir lokanta bulup yemek yedik… Bu vesileyle yemeklerden bahsetmek istiyorum. Hani bizim birçok hamburgerci kılıklı mekanda Meksika yemeği de bulunuyor ya, uzaktan yakından alakası yok. Çok mısır kullanıyorlar hamur işlerinde, zaten bizim aynı lezzeti yakalamamız mümkün değil. Çorbanın içinde bir şeyler yüzüyordu mesela, ben nohut sanmıştım, mısır taneleriymiş. Kocaman. Genel olarak çok lezzetliydi her şey. Bir kere fıstık sosuyla yapılmış bir yumurtayı, bir kere de balığı yiyemedim, onun haricinde götürdüm malı üstünüze afiyet. Ah bir de o guacamole sosu… Üzerine şiirler yazabilirim.

Ertesi sabah erken kalkacaktık ama bir türlü toparlanamayınca öğle sıcağında Chichen Itza’ya vardık… Antik Mayalar Azteklere göre daha ince iş çıkarmışlar ama günümüzün Mayaları piramide çıkmamıza izin vermediler. O yüzden öbür taraf kadar hoşuma gitmedi. Bir de nasıl bir sıcak, nasıl bir nem… Neyse dünyanın sonu gelmiyormuş, sadece yeni bir çağ başlıyormuş. Gerçi Mayalar için o dönemlerde dünya Meksika demekse, gerçekten 2012 önemli bir sene olabilir. Önlerinde seçimler ve de kaynayan bir volkan var (Umarım kaynar kaynar durulur)
Biz iyi şeyler düşünmeye çalışarak kendimizden geçmiş bir halde dolandık. Biraz fotoğraf çektik, sonra da yüzeceğimiz mağaraya doğru yola koyulduk…
Gerçekten olağanüstü bir olay! O sıcağın üstüne böyle sihirli bir yerde serin suda yüzmek çok iyi geldi… Biz çıkarken kalabalık bir Amerikalı grup içeri giriyordu, onlara rastlamadığımıza, sanki kendi mağaramızmış gibi yüzüp keyfini çıkarabildiğimize sevindik. Arada da birbirimizi “Ay yarasa!” “Ay köpek balığı” diye korkuttuk.
O akşam otelin avlusuna markette bulabildiğimiz en garip abur cuburlar ve 1 şişe solucanlı mescal’la (bir çeşit tekila) kurulduk. Şişe azalırken Ricardo “Solucanı ben yiyebilir miyim?” diye sordu. “Tabii” dedik, “hiç çekinme”… İndirdi mideye hayvanı. Ben börtü böcek yemiş birisi olarak iğrenmedim pek. “Yuttun mu, çiğnedin mi?” dedik, “Kafasını ısırdım sonra yuttum” dedi. Öldüğünden emin olmak istemiş herhalde. Kim bilir ne zamandır şişenin dibinde… Öyle işte, sonra da tatlı tatlı uyuduk.
Artık deniz vakti gelmişti. Helin’le kahvaltıdan sonra Cancun’a 1 saat uzaklıktaki Playa del Carmen’e gitmek üzere otobüse bindik. Fiyatı uygun gelen bir otele yerleştik. Sanırım tek müşteri de bizdik. İlk başta sempatik gelen otel halkından gün geçtikçe rahatsız olmaya başladık. Bizim ekibin devamı da akşam bize katıldı. Ertesi sabah Yunan arkadaşımız Sofia’nın kolyesini kahvaltıyı hazırlayan kadın takıyordu. Helin fark etti ilk. Biz saf saf kadında da aynısından var herhalde falan derken kolyenin kayıp olduğu ve kadının yerde bulup taktığı ortaya çıktı (En azından öyle açıkladı durumu) Sahilde de fena kazık atmaya çalıştılar bize. Yedik içtik, hesabı istedik. Adam beklediğimizin 2 katı bir fiyat söyledi. Nasıl dedik, topladık, gösterdik adama. “Burada %50 bahşiş veriliyor, adet” demez mi? Şimdi yazarken yine sinirlendim bizi böyle keriz yerine koymasına…
Neyse işte Playa del Carmen deniz, kum ve uyku şeklinde geçti. Akşamları sahilde müzik çalan bir barın yanında kumlara yattık hep. Karşımızda mehtap… Ben de o ara Corto Maltese sendromu olmuşum. Bir de sindirim sistemim göçtü. Helin dışında hepimiz yamulduk hafiften zaten. Pek gece hayatına falan da veremedik kendimizi. O taze meyve sularıyla yapılan 8 TL’lik kokteyllerden de faydalanamadım. Bu arada bizim ekiple yollarımızı Playa del Carmen’deki 2. günümüzde ayırdık. Onlar bir arkadaşlarının düğününe doğru yollandılar. Hüzünlendik vedalaşırken… Yolda bu kadar iyi anlaşabilen bir grup oluşturmak kolay değil çünkü. Kahkahalarımız sonu gelmedi hiç. Bu fotoğrafta da facebook üzerinden yine birbirimizle yazışıyoruz, yanlış anlamayın…
Bu arada alakasız bir konuya değinmek istiyorum. Bu Meksikalıların Türkçe müzik tutkusu nedir? Frida’nın evindeki müzede, Playa del Carmen’de bir dükkanda, her tarafta hayatımızda duymadığımız Türkçe parçalar çalıyor… Nasıl otantik geliyorsak artık onlara… “Türküz” deyince de hep merak ediyorlar, mutlu oluyorlar.
Neyse Playa del Carmen’e gitmeye değer mi derseniz, Yalıkavak gibi bir yer derim.
Ben biraz ukala bir insan olmaya başladım, öyle her sahili beğenmiyorum. Ama kumu yumuşacık, suyu berrak… Daha az turist olan bir yer umuyorduk sadece galiba. Bu arada bir akşam delirip dolunaya doğru yüzmeye yeltendim ama akıntıyla çok fazla yosun gelmiş. Her tarafıma dolandılar. Bir şey de görmüyorum. Feci huylandım, koşa koşa çıktım…
Helin yüzerken kadının biri köpek balığı gördüğünü iddia etmiş, biraz olay olmuş. Şahsen köpek balıklarıyla yüzmeyi çok istiyordum ama kısmet olmadı. Haziran’da kıyılara gelen iyi huylu köpek balıkları varmış, onlardan daha derine dalmazsanız sizi yemiyorlarmış. Ben mevsimi tutturamadım, siz yazın gelirseniz deneyin. Ben de bir vahşi hayvan sevdası varmış meğer, bu yolculuktan önce farkında değildim.
Öyle işte kazasız belasız Meksiko’ya geri döndük. Helin İstanbul’a doğru yola çıktı. Ayrılırken iyice bir yalnızlık çöktü üstüme. Ama şehir o kadar deli ki, ağzım açık dolanmaktan depresyona giremedim. Bizim otelin dibindeki Zocalo meydanında Paul McCartney bedava konser verecekmiş. Uçak biletimi bir gün sonraya alsaymışım gidebilecekmişim… Üzüldüm bu duruma ama kısmet. Zaten o kalabalığa dayanabilir miydim bilmiyorum. Hazırlıklar bile ortalığı karman çorman yapmıştı. Meydanı kapatmışlar tabii. Etrafta gençler kamp durumundalar, Meksikalılar zaten coşmaya hazır… Her adımda bir polis… Polis de polis ama… Neyse ben bu arada Palacio Nacional ziyareti yaptım. Diego duvarlarına döktürmüş. Dolandım durdum sonra da erkenden odama çekildim. Bu arada bir Kanadalıyla anlaşmıştık beraber taksiye binelim diye. O da havalanına gidecekmiş. Her taksiye binişimizdeki gibi resepsiyonda söylenenle taksicinin söylediği birbirini tutmadı. Zaten taksi diye çağırdıkları şoförlü bir araba… Ama sokaktakinden daha çok güveniyor insan yine de… Böylece Santa Domingo yollarına bir kere daha düştüm.
0
Merhabalar, Meksika bizim de çok görmek istediğimiz yerlerden biri. Size birkaç sorumuz olacaktı. 🙂 Yeme-içme uygun mu ya da ortalama ne kadar harcanır, kalma olsun, müzelere girişleri olsun.. Kafamızda bir bütçe yapıp ona göre ya tur şirketi ile anlaşıp Güney Amerika turu yapıcaz, ya da Meksika'ya gelicez kendi imkanlarımızla. Emin olamıyoruz.Yardımcı olursanız çok seviniriz. Dip not: Dedikleri kadar tehlikeli bir ülke mi? 🙂 https://www.entas.com.tr/tour/785-guney-amerika—patagonya-cruise.html Buda gitmeyi düşündüğümüz tur.