En son blog yazımdan beri arayı biraz açtım. Ancak sizler için dünyanın en çok cinayet işlenen ülkelerinden birinde Mayaların 2012 kehanetini araştırıyordum. Bagajında silahlı adam taşıyan taksilerle narkotik trafiğine dalmam, güneşin doğması için Aztek geleneklerine göre Tanrılara adak olarak sunulmam, Kuzey Amerika’ya kaçak giden güneylilerle bir traktörün arkasına saklanmam, tekila şişesinin içindeki solucan olmanın nasıl bir duygu olduğunu anlamam gerekti. Ve evet iyi bir haberim var, dünyanın sonu gelmiyormuş. (Yoksa geliyor muymuş?)İşin gerçeği arayı biraz açtım çünkü İstanbul’dan bana katılan Helin ve şans eseri aynı gün Mexico City’ye gelen arkadaşlarım Ricardo, Sofia ve David’le bu devasal şehri yalayıp yutmaya çalışıyorduk. Bir de Ricardo’nun Greenpeace’ten tanıdığı Meksikolu (Mexico City’nin Türkçesi buymuş, google’lamam gerekti desem kültürsüzlüğümle alay eder misiniz?) Arthuro, Carolina ve Eric de bize Meksika misafirperverliği gösterince unutulmaz günler geçirdik. Bu şehri tam anlamak için birkaç ay geçirmek lazım bence. Hiçbirimiz aşık olmadık ama hepimiz büyüsüne kapıldık.
İstanbul gibi çok kendine özgü havası olan şehirlerden. Muhteşem kolonyal binaların ve geniş meydanların arasında Frida hacısı olmak, beklediğimden çok daha farklı yemeklerini mideye indirmek, buranın olmazsa olması Margharita’yı yudumlamak (bir de bira-domates suyu karışımı içtim Allah sizi inandırsın), “acaba buralar tehlike mi?” diyerek sokaktaki pazarların arasında yürümek (dediklerine göre %60’yı tekin olmayan bölge bu şehrin, siz de tek başınıza her bir tarafa girip çıkmadan bilen birilerine danışın), piramitlere çıkmak, yerli kimliklerini çok da kaybetmemiş yardımsever halkla Tarzanca anlaşmaya çalışmak buranın mutlaka yapılması gerekenleri. Ancak biz şehri tanımaya trafik nedeniyle çok uzun süren bir otobüs turu yapıp (Bu arada ne kadar çok park, bahçe, bisiklet yolu var…) Lucha Libre’ye giderek başladık…
Lucha Libre nedir pek bir bilgim yoktu. Vakt-i zamanında Sultanahmet’te bi grup yabancıyla “define avı” oyunu oynarken yapmamız gerekenler listesinde Lucha Libre maskesi bulmak vardı sadece. Her tarafta satılıyordu ne alaka bilmiyorum. Allah bize akıl fikir versin. Meksiko’ya geri dönelim. Dövüşü görmek üzere “fight club”ın önünde beklerken yanımızdan donlu ve yüzünün yarısı iskelet gibi boyalı bir adam geçti. Ben kikirikiri güldüm. Bu arada kadınların ve cücelerin de dövüştüğünü öğrendik. Helin etik bir insan olduğu için durumdan rahatsız olmaya başladı. Bu arada çocuklar günü için özel bir program varmış, neyse girdik yerleştik. Kadınlar çıktılar ilk önce. İyiler ve kötüler diye 2 grup var ve hiçbir kural yok. Aslında gerçekten dövüşmüyorlar, vurdulu kırdılı bir gösteri. Hatta birkaç kere yumruk veya tekme yemeden yıkıldıklarını gördük amatörlerin. Ama bazen de havada takla atıp karşı takımın dövüşçüsünün kafasını bacaklarının arasına sıkıştırıyorlar. Bir “Ayyyy” diyor insan, tam anlayamadım canları yanıyor mu yanmıyor mu… Tabii seyirciler de devamlı bağırıp küfrediyorlar. Ben sadece “Marco” diye bağırdım tek yakışıklı dövüşçü olduğu için. Neyse Helin 10 dakika falan kalıp gitti. Biz biralarımızla hayatımızda gördüğümüz en garip şovu çoluk çocuk izlemeye devam ettik. Bir dövüşçünün 2 aylık bebeği vardı, onunla çıktı ringe… Kafasına da Bonus peruğu geçirmiş. Tövbe tövbe dedik. Ama en acayibi insaların çocuklarını getirmesiydi. Bence 21 yaş altına yasak olmalı. Bir de çocuklar günü şerefine 6-7 yaşındaki kızlar aralarda ringe çıkıp dans ettiler. Dans hareketleri fazla seksi geldi bize. Sonra da bikinili kadınlarla kenarda bekleyip kameraya gülücükler yolladılar. “Ulan neredeyiz?” dedik… Korkunç bir olay. Neyse Meksikalılar da vardı yanımızda. Onlar da hayatlarında ilk defa gitmişler ve onlar da bizim kadar şoka girdiler. Şimdi beni ne kadar ayıplarsınız bilmiyorum ama bütün bunların arasında çok eğlendik. O kadar gerçeküstü geldi ki! Helin bu arada Güzel Sanatlar Binasında folklorik baleye girmiş, biz de böyle adamların birbirlerini yumruklamasını izleyip kötülerin kazanması için bağırıyoruz… Neyse ki gezinin bundan sonraki kısmı çok kültürel geçti.
Ertesi gün Teotihuacan’a gittik. Yol boyunca “gerçek Meksika”yı, yani tepelere inşa edilmiş gecekondu bölgelerini gördük. Bu arada devamlı şu tip muhabbetler oluyor “Şu otobüse binelim çünkü şuna binersek bizi bilmem nerede bırakacak, orada da turistleri soyuyorlarmış.” Ama kendimizi huzursuz hissetmedik hiç. Doğrusu Los Angeles’tan daha güvenli buldum. Polislerin ve askerlerin otobüsü durdurup silah ve uyuşturucu aramalarına da alıştık. İlk sefer “Nooluyoruz?” olmuştuk tahmin edersiniz ki. Gerçi bizim ülkemizde de bu tip kontroller oluyor. Neyse vardık Azteklilerin piramitler kentine.
Gözümün önünde hep Frida filminden sahneler geldi yolculuk boyunca bu arada. Frida’nın Troçki’yle buraya gelişini hatırladım. Bir Ay, bir de Güneş piramidi var. Güneşin tepesine çıkmak demek güneşin altında 284 yamuk merdiven çıkmak demek. Ama değiyor. Tabii her çıkışın bir de inişi var. Aşağı inerken yükseklik korkumla baş etmeye çalışıyordum ki Meksika’nın çok çok çok nadir rastlanan yakışıklı erkeklerinden biri elimden tutup yardım etmesin mi? Diğer kızlar çok kıskandılar. Ama hiç seslerini çıkarmadılar. Öyle sessiz sakin bir gruptuk… Son derece ciddi bir şekilde gezdik o gün zaten…
Akşam da yaşlı adamlarım gittiği bir barda karaoke yapmaya zorlanmış olabiliriz. Ama gerçekten o kadar iyi niyetliler ki, bir tanesi bizi yanardağa götürmeyi teklif etti. Hani şu patlama tehlikesi olan… Yani şehrin kriminal durumu bir yana, bir de yanardağ, bir de deprem… Adamlar gölün üstüne kurmuşlar Meksiko’yu… Zaten Türk olarak hassasız. Yunanlı arkadaşımız Sofia da bu fobimizi paylaştı. Neyse işte bu durum günlerimize heyecan kattı.
Sonra günlerden 1 Mayıs oldu. Sabahımıza göstericilerin arasında yürüyüp fotoğraf çekerek başladık.
Ardından Frida ve Diego’nun takıldıkları Case de los Azulejos’a gidip kahvaltı ettik. Tüylerim diken diken oldu. Yüksek tavanı geleneksel kıyafetli garsonları, lezzetli yemekleri, aynaları ve kargaşasıyla tam Meksika” havasını soluyabiliyor insan.
Helin yürüyüşlere katıldı biz tembellik yaparken… Sonra da Arkeoloji müzesiydi, çorbacıydı, yürüyüştü, çay saatiydi, bardı falan derken işçi bayramını da tamamladık. (Avrupalısı Türkü hepimizin dikkatini çekti bu arada, bu insanlar sokakta öpüşmeye bayılıyorlar. )
2 Mayıs sabahı ayrıca bir heyecanlandım Frida’nın evine gideceğimiz için… Sadece filmden etkilendiğimi sanmayın. Biyografisini de bir oturuşta okumuş, tapınılacak bir insan olduğuna karar vermiştim. Kendi dönemine göre inanılmaz derecede özgür, geleneklere sahip çıkan, insancıl, güçlü ve savaşçı bir kadınmış (Gerçi günümüz Türkiyesine göre de öyle bence). Ve geçirdiği korkunç kazaya rağmen hayatta kalma, yoluna devam etme hırsını kaybetmemiş. Ev çok mutlu bir yer değildi, acısını hissediyor insan. Ama çok güzeldi. Mutlaka yapılması gerekenler listesinde bana göre. Frida’yı sevmiyorsanız bile ev için gidilir. Biz yine ciddiyetimizi kaybetmedik tabii…
Ardından Troçki’nin hayatının son 3 senesini geçirdiği evde bulduk kendimizi. Ben kültürlendim biraz. Yine Troçki’yi sevmiyorsanız da gidin diyebileceğim bir yer, öldürülme tehlikesiyle yaşamak nasıl bir duygu anlamak için. Demir kaplı pencereler, duvarlarda kurşun izleri…
Sonra da Güzel Sanatlar Müzesine uğradık. Girişte bir Türk’le tanıştık. 1 aydır Meksika’da geziyormuş, ilk defa Türkçe konuşulduğunu duymuş. Şaşırmadım. Akşam Zocalo meydanında turist turist dolanıp Ricardo’nın kredi kartını kaybedeceği yerde muhteşem bir fajita yedik ve müziği takip ederek ulaştığımız bir barda caz konseri dinledik.
Meksiko’daki son günümüzde de Helin’le katedrel ziyareti yapıp ardından Aztek geleneklerine göre kutsanmaya gittik. Kadın Helin’in çevresinde ateş gezdirip bir şeyler mırıldandı, bir de ot sürüp durdu her yerine. Ben de sırada bekliyordum ancak törenin sonunda İsa resimli bir bilezik hediye edince vazgeçtim. Ne alakası var İsa’yla Azteklilerin? Sonra da cümbür cemaat Cancun uçağına binmek üzerine havalanının yolunu tuttuk..
Maya takvimi bizi korkutmalı mı? Meksika’da yemekler nasıl? Deniz berrak, kum beyaz mı? Köpek balığı bize ne yaptı? gibi soruların cevabını öğrenmek isterseniz bir sonraki yazımı da okuyun. Bu arada bu yazıda koyduğum fotoğrafların bazıları Ricardo ve Helin’in fotoğraf makinelerinden. Kendilerine teşekkür ediyorum. Thank you Ricardo!
1
Bir Cevap Yazın