Miami üzerinden aktarmayla Dominik Cumhuriyeti’nin Punta Cana yöresine ulaştım. Miami’de durmak istememiştim ama hava açık olunca inişte ve kalkınca şehri kuş bakışı inceleme fırsatım oldu. Ve doğrusu o gökdelenlerin kıyısındaki plajlar güzel göründü gözüme. Neyse biraz küsüm Amerika’ya o yüzden bu kadarı bana yetti…
Punta Cana havalanıysa hayatımda gördüğüm en komik havalanı. Güzel yapmışlar, sanki direkt tatil köyüne inmiş gibi oluyorsunuz. Müzik falan da var. Hani pasaport kuyruğundayken bikiniyi geçirip baçata yapası geliyor insanın. Öyle bir ortam.
Neyse arkadaşım Hilda beni almaya gelmişti. (Santa Domingo’da oturuyor, ben de şu anda oradan yazıyorum size.) Beraber Los Haitises Milli Parkı’nın dibindeki bir ekoturizm oteline doğru yola çıktık. Bu arada Hilda bir adama yolu sordu, muhabbetleri anlamadım ama birden 3 kişi bizim arabanın arkasına yerleşti. “Biz iyi insanlarız, havalanında çalışıyoruz, yolunun üstündeyiz” demişler meğer… Çok güvenli bir ülke olmalı diye düşünmeden edemedim
Vardık otele bozuk bir yolda uzun bir yolculuktan sonra… Bu da balkonumuz…
Otel tamamen doğaya saygılı şekilde inşa edilmiş. Kimyasal hiçbir madde kullanılmamış. Oranın sahibi İspanyolca anlattı her şeyin neden yapıldığını falan da ben tam anlamadım. O yüzden tekrar edemeyeceğim. Nehirden akan suyla da doğal havuzlar yapmışlar. Sanki ufak bir şelaleye giriyor gibi hissediyorsunuz. Sadece odada verdikleri temizlik malzemelerinin de organik olmasını beklerdim ama çok abartmayalım.
Kano yaptık ilk gün tuzlu su nehrinde. Otelde zaten bizden başka kalan 2 kişi daha vardı, onlar da geldiler. Mangrov ormanlarının yanında süzüldük.
“Süzüldük” belki çok doğru olmadı… Çünkü kanolar 2 kişilikti dolayısıyla arada birbirimize “Napıyosun, sağa dönmemiz gerekiyor”, “Bütün işi ben yapıyorum” şeklinde bağırıp su savaşı yaptık. Pelikanlar ve isimlerini bilmediğim bir yığın kuş gördük. Sonra da sahile çıkıp geri döndük. Çok hızlı gelmişiz duramadık, bir tekneye tosladık. Neyse sırılsıklam odalarımıza çekildik. Fotoğraf çekemedim haliyle bu yolculuk sırasında. Zaten sadece geniş açı çekebiliyorum diğer lens bozulduğu için…
Bu arada otelde kuğular vardı 🙁 Kuğulardan korktuğumu söylemiştim sanırım. Yolumuzu kestiler bir yerde. Ben yürüyemem dedim. Oturdum oraya. Hilda da tırstı ben öyle tepki gösterince. Otelde çalışanların gelip zavallı hayvanları kovmaları gerekti. Kovmak dediğim, adamın biri geldi, kucakladı bir tanesini. Diğerleri de peşinden yürüdüler.
Hilda’nın babası kaldığımız otelin sahibi Tony’yi tanıyormuş. Bizi yemekten sonra evine çağırdı. Hayatımda bu kadar güzel bir ev görmedim. Yarısından fazlası açıkta evin… Bir tarafında duvar yerine kayalık var zaten. Yemyeşil bir manzaranın arkasından sahil gözüküyor. “Hırsız girmek isterse zaten girer” gibi bir mantığı var Tony’nin. Ama odasına da gözetleyip gerekirse ateş edebileceği gizli bir bölme yaptırmış. Dünya kadar yemiştim ancak Hilda “Hayır dersen çok ayıp olur” diye beni kandırdığı için adam ne ikram ettiyse mideme indirmek zorunda kaldım. Bir sürü de kokteyl hazırladı bize. İngilizce bilmediği için İspanyolca konuştular ama sıkılmadım pek. Kokteyllerden herhalde.
Ertesi gün tekneyle parkın içlerine girdik. Atlayıp zıplayan yunuslar gördük. Çok tatlılardı. Rehberimiz 2 anne ve yüzmeyi öğrenen 2 yavru var dedi, ama salladı bence. Neyse orada yağmur ormanı yürüyüşü gerçekleştirdik.
Bir milyon sinek ısırdı. Sonra da deli gibi alerji oldum. Bazı “Survivor”lar burada çekiliyormuş. Mustafa Topaloğlu’nu göremedim. Mağara gezileri yaptık. Bundan yıllar yıllar önce yerlilerin mağara içinde yaptıkları çizimlerine baktık. Ne tatlı çizmişler değil mi?
Bu arada ilk başta hafif hafif yağan yağmur sonradan azdı. Denize girip çıkmış kadar olduk. Üstümüzü değiştirip Santo Domingo’ya doğru yola çıktık. Yol çoook bozuk ama çoooook güzeldi. Muhteşem bir ülke gerçekten
O gün bugündür deli gibi yağmur yağıyor. O yüzden gezintilerim biraz kısıtlı oldu. Santo Domingo tam beklediğim gibi küçük, canlı, kolonyal evlerin de yeni binaların da olduğu şirin ama biraz kaotik bir şehir. Turistler hep “her şey dahil” otellerde veya gemilerde kaldıkları için etrafta pek görmüyorsunuz kendilerini. Bir de kimse İngilizce konuşmuyor gerçekten de. Hep diyorlardı Latin Amerika için ama bu kadarını beklemiyordum. O yüzden Fransızca ve İtalyanca bilgilerimi de kullanarak kendi kendime İspanyolca öğrenmeye çalışıyorum.
Hilda çalıştığı için ilk gün beni üvey annesi gezdirdi. Çok bilgili ve kültürlü bir insan. Bana Dominik Cumhuriyeti’nin tarihini ve şu andaki durumunu anlattı. Ben de kültürsüzlüğüme şaşırdım. Size buralı insanların koyu tenlerinin nedenin yerlilerden kaynaklandığını sanıyordum dersem “Yuh” mu dersiniz acaba? Çünkü İspanyolların vakti zamanında şeker kamışı üretimi için Afrika’dan getirdiği kölelermiş onlara çikolatalılık katan. Çok güzel bir toplum bu arada…
Mayıs ayında burada seçim var. Bizden çok daha beter durumları. Her başa geçen bizden de fazla cebine paraları dolduruyor anladığım kadarıyla. Aslında turizm sayesinde ülke zenginleşiyor gibi gözükse de fakir iyice fakirleşiyormuş. Derme çatma teknelerle Porto Rico’ya kaçmaya çalışıyorlar. Hilda’nın babası buranın Mehmet Ali Birand’ı gibi sanırsam. Dolayısıyla evlerinde devamlı hararetli şekilde politika konuşuluyor. 2 gündür onlarla çok zaman geçirdik, beni ailelerin sessiz (İspanyolca bilmediğim için) bir ferdi olarak kabul ettiler. Yedirip içirdiler. Bir akşam üstü Hilda’nın üvey kardeşi “Ben nefes alamıyorum” şeklinde telefon açınca kendimi hastanede bile buldum. Bir şeyi yokmuş neyse ki, tütün ürünlerini bırakması gerekiyormuş. Kimse sigara içmiyor bu ülkede diyordum ben de tam… Daha sigara içen bir kişi bile görmedim desem? Puro üreten bir ülke için çok ilginç…
Bir akşam da Nikaragualı bir şarkıcının konserine gittik. Bu insanların içi kaynıyor bunu fark ettim. Daha çok erken belki bu yargıya varmak için de benim de kanım daha hızlı akmaya başladı. Hayata karşı daha önce görmediğim toplu bir tutku var. Bu tutkuyla da düzenli, gelişmiş, kuralcı bir ülke beklemek mümkün değil zaten.
Neyse aslında burayı henüz çok iyi kavrayamadım. Biraz fazla prenses gibiyim. Beni her yere bırakıp alıyorlar. Birçok yerde tek başıma dolanmamı istemiyorlar. Ben de bu kadar laftan sonra ya başıma bir şey gelirse de onları strese sokarsam diye sözlerinden çıkmıyorum. Halka hiç karışamadım anlayacağız. Tepeden bakıyorum. Nasıl aldık o 3 otostopçuyu şimdi anlamakta iyice zorlanmaya başladım…
Yarın uzun bir yolculuktan sonra (Aktarma arası 12 saat beklemeli) Meksika’ya gideceğim. İstanbul’dan bana katılacak olan Helin’le ortalığı birbirine katacağız. Bu arada Belçika’dan tanıdığım 3 arkadaşım da (Ricardo, David ve Sofia) şans eseri bir düğün için orada olacaklarmış. Bakalım Mexico City bizimle baş edebilecek mi? Sonra da Dominik’e geri dönüp Hilda’yla plajlara akacağız…
0
Bir Cevap Yazın