Okan Bayülgen bir programında (hangisi olduğunu hatırlamıyorum) bir gezginle konuşurken (kim olduğu da gözümün önüne gelmiyor ), öyle sanıyorum ki İnkaların (evet bu kısmından da emin değilim) bir yerden bir yere yürürken durup ruhlarının gelmesini beklediklerini söylemişti (veya ben böyle anlamıştım).
Yabancı olmanın ilginç olduğu misafirperver, bilge, sevecen, utangaç, kendini öne çıkarmayı sevmeyen doğudan; karman çorman, bireyselliğin tavan yaptığı, kimsenin sizi sallamadığı, fazlaca öz güvenli Amerika’ya ruhum 9 saatlik uçuşla varamadı. Los Angeles – San Francisco arasında her tarafı camla kaplı “gözlem kompartımanında” okyanusa bakarak kahvemi yudumlarken bu sonuca vardım.
Karman çormanlık çok güzel aslında bakmayın bana. (10 günde hayatımda gördüğümden daha fazla ilginç insanla karşılaştım. Ama onları başka bir blog yazısında anlatacağım.) İnsanların kırmızı ışıkta beklerken, metroda, kahve alırken ya da salak salak bakınırken günlük muhabbetlere girmeleri de ilk gün başıma gelenleri arkada bırakmamda yardımcı oldu, ruhum hafiften etime yetişmeye başladı.
Trende de arkadaş edindim. Bir kız bindi yolun yarısında. Biz okyanustan uzaklaşmış, yeşil vadilere dalmıştık. Ben de yerime geçmiş, kulağımda Elliott Smith’le meditasyon yapıyordum. Bu kızımız biraz fazla enerjik çıktı. Havadan sudan muhabbet ettik. Sonra ben gözlerimi kapadım, açtığımda kalkmış aerobik yapıyordu. Tövbe tövbe dedim. Koltuğuna koyduğu kitaba gözüm ilişti. “Nasıl Yahudi olunur?” Dedim herhalde evlenecek, din değiştiriyor. Sormadım kendisine. Karnım acıkmıştı, tekrar gözlem kompartımanına gittim. Sağır bir adamla beraber oturduk. Sessizlikle konuştuk dersem beni fazla mı “romantik” bulacaksınız bilmiyorum ama gereksiz muhabbetler ve ne diyeceğini bilememe durumları olmadan, gülümsemeler ve el işaretleriyle yolculuğu paylaşmak tam da ihtiyacım olan şeydi. Belki de içine kapanık olduğumdan… Neyse yerime geri döndüğümde kızımız yoktu, arka koltuktaki adam da kaybolmuş. Biz üst kattayız, alt katta da geniş boş alanlar var. Bizim kıza arka sıradaki adam orada masaj yapıyor. En az bir 4 saat falan masajlaştılar. Ben de San Francisco parçasını dinledim.
Huzur topuydum. Çok trene bindim ama bu hayatımdaki en keyifli yolculuk oldu.
Vardık Oakland’a. Oradan otobüse doluşturdular bizi. Şoför Çinli. San Francisco’nun Çin Mahallesi meşhur bildiğiniz üzere. İngilizcesi çok kötü ama. Bay köprüsünü geçtik, 10 dakika içinde San Francisco’daydık. Adam bizi, o anda çok anlamsız gelen, ama ertesi gün şehrin ufacık olduğunu anlayınca daha da anlamsızlaşan bir şekilde 1 saat dolandırdı. İnsanlara nerede ineceklerini sormadı ama söyleyenlerin bazılarını otellerine bıraktı. Sinirler gerildi. Tren 12 saat sürdü bu arada. Ucuz yolculuk için otobüs, hızlı yolculuk için uçak kullanın. Trene yolculuğun kendisi için binin. Ama binin bence.
Neyse birileri bağırmaya başlayınca bana “Sen şurada in, şöyle yürü” dedi. Yürüdüm. Tam bir Amerikan polisiyesinde buldum kendimi. Beyaz, uzun ve kirli saçları birbirine girmiş dişsiz kadın birasını içip kendi kendine konuşurken, 2 yapılı adam kenarda kavga ediyorlardı. Bir köşede de el altından bir alışveriş vardı sanıyorum. Hani filmlerde esas oğlan dumanlar altında, polis sirenleri eşliğinde evsizlerin yanından yürür ya, hah işte o esas oğlan bendim. Sırt çantalı, gözlüklü, yolun ortasından ufak ve yamuk adımlarla koşan bir tip… Hostelime sapa sağlam vardım ama. Ertesi gün Brandon’a “Burası akşamları güvenli mi?” diye sorduğumda, “Evet çok güvenli, sadece 2 sokak aşağıya inme” dedi. “Ben oradan çıktım Brandon” dedim.
Brandon mı kim? Arkası yarın…
0
Blog'u en heyecanlı kısımda kestiğin için çok sağol yani!
Toronto'da iyi eğlenceler canım, Asli, Selçuk, Mila, Zeynep, Joe ve Leyla'ya da öpücüklerimi ilet pliz 🙂
Ceyda öyle güldüm ki! Merak edin biraz 😛 Ama hiç öyle heyacanlı bir durum yok. Asli, Selçuk, Zeynep ve Joe'yu öpebilirim ama Mila ve Leyla'yı yemeyi düşünüyorum daha çok. Skype partisi yapalım!