Pazar sabahı bir uyandım ki hava günlük güneşlik, ayakkabılarım bile kurumuş. Öğlen Kyoto’ya gideceğim. Kyoto da ise yağmur, çamur ve fırtına var tabii. Sakinliğimi korudum. Biraz vitamin D stokladıktan sonra tren istasyonuna gittim. Pahalı olmasına rağmen trenlere olan aşırı sevgimden dolayı Japonya’nın meşhur kurşun treni Shinkansen’e binmezsem içimde kalacaktı. Avrupa’daki kuzenlerinden farklı olarak bu uçuyor gibi geldi bana. Çok da rahattı. Yalnız Tayland usulü yiyecek içecek getirmelerini bekledim bedavaya. Getirmediler. Yanımdaki adamla Japonca anlaşmaya çalıştık. Kyota’da ineceğimi duyduktan sonra benim derdime düştü. Varmadan yarım saat önce haber verip çantalarımı falan hazırladı. Neyse geldim Kyoto’ya ve süper kapsülüme yerleştim, 9 hours Kyoto.
Çok meşhurmuş bu kapsül otel. İyi tarafı istediğiniz saatte check-in yapıp içeride 17 saat kalabiliyorsunuz. Diğer oteller gibi saat 5’e kadar beklemeniz gerekmiyor. Kötü tarafı her gün check-out yapmanızın gerekmesi. Gün 24 saat malum. 17-17 kalırsanız size pahalıya patlayabilir. Bir de “oda”lar gerçekten tabut gibi. 3 gece böyle uzay gemisi gibi bir yerde kaldım anlayacağınız.
Kyoto’ya aşık oldum. Hep gelmek istediğim yer burasıymış. Yeşil tepelere bakan tapınaklar, zen bahçeleri, bambu ormanları, kimonolu insanlar, geleneksel evler…
Ve hemen bunların dibinde hareketli modern sokaklar, Kyoto Tower ve modern gar binası…
Kesin birkaç hafta hiç sıkılmadan kalabilirdim. Ama siz benim deliliğime bakmayın, yine de gelin en az 2 gününüzü ayırın. Bir gün de Nara’ya gidin.
Japonya’da hem Budist, hem Şinto tapınakları var. “Şinto da ne” diye soranları google’a havale ediyorum. Kısaca Japonya’nın yerli dini diyebiliriz. Birçok Budist de Şinto tapınaklarına gelip ibadet ediyor ama. İç içe geçmişler sanki. Şinto daha çok dilek dileme mekanı olmuş izlenimi verdi bana. Gerçi Budist tapınaklarında da birçok inanış var. Şinto tapınaklarında dileklerinizi tahtalara veya küçük kağıtlara yazıp bırakıyorsunuz. Veya kutulara para atıp 2 kere el çırpıyor ve duanızı ediyorsunuz. Bu mekanlara girmeden önce girişteki suyla ellerinizi yıkamanız ve ağzınızı çalkalamanız gerekiyor.
Gördüğüm tapınaklar içinde en çok Kiyomizudera’dan etkilendim. Muhteşem bir manzarası var. Bir de insanların 100 yen verip yer altında bir yere girdiklerini gözüme çarptı. Ben de bakayım dedim, takip ettim. Keşke önce ne olduğunu okusaymışım. Neyse adam kenardan tutuna tutuna ilerle, bırakma dedi. Anladım nedenini. Zifiri karanlık. Çok acayip hissettim. Geri dönesim geldi. O ara kimse de yok önümde. Ama ilerledikçe korkum geçmeye başladı. Bu kadar hızlı rahatladığım için kendimle gurur duydum. Ve birden karşıma aydınlık kocaman bir taş çıktı. “Bunu görmekmiş amaç demek ki” dedim. Anlık bir erme durumu da oldu bende. Monty Python’un Holy Grail’ini izleyen varsa onun jeneriği çalmaya başladı kafamda. Ne alaka bilmiyorum. Neyse meğersem o taşı çevirip dilek tutmam gerekiyormuş. Yapmadım. 100 yen boşa gitti. Sonra da tepeye çıkarken “love stone” denilen bir aşk taşı var. 18 metre öteden gözünüz kapalı yürüyerek bu taşa ulaşabilirseniz hayatınızın aşkını bulabileceğinize inanılıyor. Genç kızları izleyip eğlendim. Ben utandım, yapmadım.
Bir ara tapınak, bağ, bahçe derken iyice tırmanıp mezarlıklarda buldum kendimi. En güzel yerindeler şehrin. Yanlarına çöktüm.Uzaktan bir dua sesi geliyordu. Ve rüzgarla birbirine sürtünen dalların melodisi. Derin nefes aldım. Sanırım yolun başından beri en çok etkilendiğim yerlerden biri burası oldu. Dağ taş yürüyünce de normalde 400 yen giriş ücreti alınan tapınaklardan birine bedavaya girdim. Ardından yanlışlıkla yasak olan bir bölümüne geçtim. Kötü karma oldu biraz. Neyse ki bir dua vardı, onu dileyip affedilmeyi umdum. Ertesi gün 400 yen ödeyerek aldığım yemeği yiyemeyip atınca, kötü karmadan da kurtulduğuma karar verdim.
Ve o bahçeler… Daha ağaçlar tam çiçek açmamış olsalar da (normalde doğru zamanda gelmişim aslında da bu sene kış çok üzün sürmüş – ve sürüyor) nasıl güzel… Günlerimi bir taşın yanına oturup akan suya bakarak geçirebilirim.
Ağaç boyundaki bambular da çok ilginç geldi bana. Gerçek olduklarına inanmakta zorlandım. Masal diyarında gibisiniz. Felsefe yolunda yürümeyi de ihmal etmeyin bu arada.
Zen bahçelerinde kumdan bir olaylar yapmışlar yalnız, o kısmı pek anlamadım.
Taşlar, nehir, çiçekler, böcekler ve köprüler daha çok ilgimi çekti. Bir de Japon balıkları var. Kuzu boyutundalar ve köpek gibi sizi takip ediyorlar. Nereden görüp başınıza doluşuyorlar anlamadım. Balıkları bile ilginç.
Yalnız Kyoto’yu küçümsediğim için zaman kaybettim biraz. Otobüse binip “Ben şuraya gidip gelirim hemencecik” zannedip yollarda ömrümü tükettim. Ve hatalarımdan ders de almadım. Her şeyin aşırı düzenli olması batmaya başladı hafiften. Hiç araba geçmediği halde herkes kırmızı ışıkta bekliyor veya tam durağın önünde olmadıkça otobüs şoförü kapıları açmıyor. Evet Türklüğüm tuttu. Ve evet o kadar da zen olamadım.
Bir gün de Nara’ya gittim neredeyse 10 senedir görmediğim arkadaşım Masako ile. Osaka’da oturuyor kendisi. İzin gününü benimle geçirmeye geldi. Nara’da dev bir Buda var görülmesi gereken.
Bu Buda heykelinin burun deliği büyüklüğünde bir aralıktan geçebilirseniz aydınlanacağınız düşünülüyor. Koca koca adamlar ufacık yerden geçmeyi başardılar. Neyse buranın en ilginç yani aynı zamanda geyik parkı olması. Sokaklarda kedi köpek yerine bildiğiniz geyikler dolanıyor.
150 yen vererek onlara kurabiye alıp besleyebiliyorsunuz. 150 yen benim öğle yemeği param. Kendim alıp kendim yiyecektim neredeyse. Biraz da şımarmışlar bu geyikler. Milletin peşinden koşuyorlar, hatta bir kadının poposunu ısırdı bir tanesi. Etrafa uyarı panoları asmışlar zaten bunlar vahşi hayvanlar diye.
Çok yaklaşmadım. Horoz ve kuğudan sonra geyik korkum olduğu ortaya çıktı. Ama geyik görünce yolumu değiştirmiyorum. Horoz ve kuğu varsa başı boş bir yerlerde, kesin tek başıma ilerlemem.
Neyse bir de Şinto tapınağına gittik Masako’yla. Yukarıda yazdığım adetleri de o öğretti zaten. Sonra dilek tuttuk.
Masako “Ben senin yolculuğunun iyi geçmesini diledim. İyi bir insanım galiba” dedi. Ben de yolculuğumun iyi geçmesini dilemiştim. Bu beni de iyi bir insan yapar mı? Beni garip bir tatlıcıya götürdü sonra. Birçok tatlının kuru fasulyeden yapıldığını öğrendim. Tatlı fasulye çorbasının içinde marshmallow’la peynir arası bir kıvamda pirinç topları yüzüyor. Doğrusu fena değildi ama çok miktarda tüketemedim. Geyiklere veda edip Kyoto’ya geri döndüm.
Teker teker Kyota’daki her tapınağı anlatıp sizi baymak istemem. Son geceme gelelim. Benim süper kapsülde yer kalmamış. Ben de bu sefer ryokan denilen geleneksel Japon otellerinden birinden yer ayırttım. Ama çok basit olanından çünkü gerçek ryokanlar spa gibi yerler. Benim otelin ryokan olmasının tek nedeni eski ahşap bir binada, bambu kaplı zemin üzerinde yer yatağında uyuyor olmamdı. Yer de nasıl soğuk, dondum resmen. Yine de tek başıma 1 metreden daha geniş bir alanda kaldığıma sevindim. Otel yaşlı bir çifte ait. Adamcağız şaşırıp sabahın 7’sinde odama dalıp beni korkutmasaydı iyiydi. O değil de asıl bu otele gelmem biraz olaylı oldu. “Çok uzak değil, yürürüm” dedim. Uzakmış. Ben yorgun olunca 2 çantayla dengemi sağlayamıyorum sanırım. Yine yuvarlandım. Ama bu sefer bir sakatlık olmadı neyse ki. Kimse yardımıma gelmedi. Karanlıktı ve sokakta çok fazla insan yoktu tamam da, şaşırdım yine de. Hindistan 10-0 öne mi geçti?
Son sabahımı da garda geçirdim sayılır. Ne biçim bina yapmışlar adamlar. Mimarların çok ilgisini çekebilir. Sonra da Masako’yla buluşmak üzere trenle Osaka’ya gittim.
Osaka’da birkaç saat kaldımve sadece yedim içtim diyebilirim. Nasıl bir yer bilmiyorum. Masako’nun eşi de bize katıldı. Farklı mekanlar göreyim diye 3 değişik yere gittik. Kızartma, Japon mücveri, tofu ve omlet yedik.
Çokça bira, az da sake içtik. Osaka’yı çok sevdim öyle olunca. Bu halde de otobüse bindim ardından, Yokohoma’ya gitmek üzere.
Otobüs ne fenaymış! Memleketimin otobüslerini özledim fena halde, hatta Hindistan’dakini bile aradım. Çok rahatsızdı. Bir de tüm perdeleri birbirine bantlamışlar ışık girmesin diye. Büyük bir tabut olmuş resmen. Ne çok seviyorlar böyle kapatılmayı.
Öyle işte, Yokohama’ya geldim her tarafım ağrıyarak. Yokohama’da ne işim vardı? O da bir sonraki yazıya.
0
Bir Cevap Yazın