Ve sonunda Martin’le vedalaşıp Tokyo yollarına düştüm. O da sevinmiştir herhalde, evine yerleşeceğim diye korkmaya başlamıştı. Ne yapayım, evimde gibi hissedince hemen yayılıyorum. Neyse konuyu daha en başından dağıtmayayım. Bu turu planlarken Hindistan’dan sonra beni en çok heyecanlandıran ülkeydi Japonya. Hayao Miyazaki animelerini defalarca izleyebilen, Haruki Murakami’nin deli dünyasına hayran olan ve Amelie Nothomb’un otobiyografik romanlarını neredeyse ezberleyen birisi olarak merakım da normal karşılanabilir. (Amma entellektüel bir hava çizdim) Bir de Hachiko var. Bir de tapınaklara olan aşırı sevgim. Bir de en sevdiğim filmlerden olan Lost in Translation. Sonra sushi… Ve zen bahçeleri… Say say bitmez, iyisi mi ben uçaktaki yemeği anlatayım size.
Bir yemek getirdiler. “Yemek” demeseler bir kere plastik zannederdim. En iyi ihtimal tatlı olabilirdi bana göre. Rengarenk çiçekler böcekler yapmışlar. Neyse önümde noodle, balık, et vs. duruyormuş halbuki. Yedim ben de, güzeldi de. Keşke daha aç olsaydım diye düşünüp üzüldüm. Nitekim Japonya’da bir daha böyle süslü yemek yiyemeyeceğimin farkındaydım. Nasıl bir pahalılıktır bu yarabbim! Şöyle, 80 yen 1 dolar ve 500 yen demir para. İyi ki arada Kore’ye gittim de alıştım biraz. Tayland’da bir günde harcadığımı burada bir çorbaya veriyorum neredeyse. (Tamam çok az abartmış olabilirim)
Otelin adresini şu şekilde yazmışım “Kiba durağı, 4. çıkış” Biraz fazla rahat davranmaya başladım sanırım. Bu tarifle bulamadım elbette ve Japonların yardımseverliğini ilk günden test etmiş oldum. Şunu söyleyeyim yolculuğun başından beri dil konusunda en zorlandığım ve şaşkın anlar geçirdiğim yer burası. Ama her durumda, hatta bazen siz istemeseniz bile işlerini güçlerini bırakıp yardım ediyorlar. Bazen iş ediniyorlar benim doğru otobüse binmemi, doğru durakta inmemi falan. O kadar tatlılar ki! Sarılasım geliyor, ama sarılmıyorum. Sarılma yanlış anlaşılabilir belki bu toplumda. Bir Japon’la izdivaç yapmak durumunda kalabilirim. Yahu nasıl oluyor da bu şeker insanlar aynı zamanda kadına ikinci sınıf muamele yapıyorlar anlamak zor (Hepsi değil tabii). Kadın evde oturmalı anlayışı bizden de beter ya da bizim kadar kötü bilemiyorum. Her durumda anlamak zor. Yok ben burada ne yaptığımı yazamayacağım konuyu dağıta dağıta…
Neyse kapsül otelime yerleştim.
Daha önce bu tip otellerin varlığını duymuş, manyak mı bu Japonlar diye düşünmüştüm. Aslında turistlerden çok iş adamlarına yönelik bu tarz “yatakhane”lerin çoğu sadece erkekler için. Yanlarına bir don, bir gömlek, bir çift de çorap alıp gelseler yeterli olur. Onları unutsalar da önemli değil, makineye birkaç yüz yen bırakıp yenisini temin edebiliyorlar. Benim kaldığım otelde pijama, terlik, kendinden macunlu tek kullanımlık dış fırçası, havlu, her türlü temizlik ürünü ve tarak mevcuttu. Doğrusu çok temiz ve beklediğimden ferah çıktı. Tuvalet de popodan ısıtmalı ve konuşuyor. Ne dediğini bilmiyorum valla. Otomatik sifonlu olmasına rağmen yanında bir yığın düğmesi var. Sonradan sifonun müziğini ve klozetin ısısını ayarlayabildiğinizi öğrendim. “Hey gidi!” dedim. Kamboçya’da nehre açılan delikten nerelere geldik. Neyse kadınlar banyosu çok küçüktü ama ben oradayken çok kalabalık olmadı. Bir de jakuzi avantajı var. Yağmurlu ve soğuk günden sonra öyle iyi geliyor ki! Benim açımdan en büyük sorun her şeyin ayrı katta olmasıydı. Sırt çantamı girişte bıraktım, kullanacağım eşyaları ve elektronik aletleri 2. kattaki dolabıma yerleştirdim, 3. katta duşumu alıp 4. kattaki kapsülüme çıktım. Bir şey unuttunuz mu asansörle aşağı yukarı bayağı gezinmeniz gerekiyor. Bir de benim gibi aklı bir karış havada ve dağınıksanız sorun olabiliyor bu durum. Bu tip oteller hakkında sizi Kyoto yazımda biraz daha aydınlatacağım.
Tokyo’da beni yağmur ve soğuk karşıladı. İstanbul’a da bahar gelmiş. Plajdaki fotoğraflarımı kıskandınız değil mi? 500 yeni şemsiyeye, 700 yeni de bir günlük metro biletine verip koyuldum yola. Buranın metrosunu anlamak aslında çok kolay. Bir çok yerde latin alfabesiyle de yazıyor duraklar. Bir de numara vermişler. Hangi yöne gideceğinizi numaralar sayesinde kolayca anlayabiliyorsunuz. Burada kafayı karıştıran tek olay 2 ayrı metro ve bir yığın şehir içi tren şirketinin oluşu. Biletinizi aldığınız şirkete dikkat etmeniz ve yolunuzu ona göre ayarlamanız gerekiyor.
Otelime yakın olması nedeniyle Ginza denilen bölgeden başladım günüme. Zenginlerin caddesiymiş bu. Şık şık mağazalar ve birbirinden güzel kıyafetli insanlar kapladı çevremi. Beni bilen bilir ne marka ne lüks merakım vardır. Tam tersi bazen bunlardan rahatsız bile olurum. Ama bu caddede yürürken nasıl zengin olasım geldi size anlatamam. Sadece 1 gün Tokyo’yu jet set olarak yaşamak ne süper olurdu diye düşünmeden edemedim. Benim de pantolon falan yırtık bu arada. Tipim kaymaya başladı. Veya tipimin kayıklığını bu ülke daha çok hissettirdi bilemiyorum. Neyse sinirimi bozdu bu mekan, metroyla Tokyo durağına gittim. Finans merkezi olan gökdelenlerin arasında süzüldüm, uzun süre yer altında siyah takım elbiseli adamlarla dolandım. Sanki üniforma giymiş gibiydiler. Yine çok göze battım. Öyle olunca turistliğimi bilip Sensoji tağınağının olduğu Asakusa’ya gittim.
Burası şehrin tarihi bölgesi. Çok yakınına Sky Tree denilen Tokyo’nun yeni kulesini dikmişler. Tapınağın çatılarının arasından gökyüzünde bulutların arkasında kaybolan kuleye bakınca kendimi Japon animesinde gibi hissettim. “Tokyo’dayım” dedim, ürperdim.
O sırada baktım bir grup beyaz adam bir yere giriyorlar 300 yen verip, ben de takip ettim. Güneş açtı, çok güzel bir bahçede dolanmaya başladım. 2 hafta sonra nasıl güzel olacak buralar… Ay salak kafam keşke Mayıs’ta gelseymişim. Her neyse yürürken baktım bir teyzeyle amca yeşil çay ikram ediyorlar. Gidip yanlarına oturdum. Amcanın İngilizce süper. Nasıl da tatlılar… Konuştuk uzun süre. Sarılasım geldi yine…
Sonra da dedim “Biraz şöyle, biraz böyle yürüyeyim”. Latin alfabesi kaybolmaya, dükkanlar garipleşmeye başladı.Yağmur nasıl azdı bu arada anlatamam. Yağmura dayanıklı olan trekking pabuçlarımdan birini bir otobüs yolculuğunda kaybetmiş, diğer tekini de atmıştım öyle olunca. O tek pabucumu atmasaydım diye düşünmeye başladım. Tek ayağım ıslanmasaydı bari… Neyse “Geri döneyim, otelin yanındaki süpermarketten ayakkabı alayım” dedim. Nasıl yürüdüysem metro falan kalmamış. Ben bayağı şehri terk etmişim.
“Şu trene bin” falan dediler. Bir de ona mı para vereceğim? Kaybola küfrede geri döndüm şehre, metroya bindim, sonra da plastik bahçıvan pabuçlarından alıp çorbacıya attım kendimi.
Noodle çorbalarını çok sevdim bu adamların. Ramen diyorlar. Yalnız balıkla aranız yoksa veya yemek seçiyorsanız Japon mutfağında biraz zorlanabilirsiniz. Merak etmeyin ama, her taraf hamburgerci, makarnacı dolu. Hatta bazen buraya özgü yiyecek bulmakta zorlanıyorum, o derece. (Peki abarttım biraz). Size çorba dışında başka ucuz alternatifler de sunayım. Süpermarketlerde “rice ball” satılıyor. Yosuna sarılı somonlu veya ton balıklı pirinç köfteleri. Yosunu atabilirsiniz sevmezseniz. Lezzetli bence. Ayrıcı suşi de alabilirsiniz. Bazı alışveriş merkezlerinin altında küçük suşi büfeleri oluyor. Oralara dalabilirsiniz. Birçok yerde İngilizce menü bulamıyorsunuz, resimlerden seçebilirsiniz. Resim de olmadığı zaman ya günün menüsünü, ya da benim yaptığım gibi en ucuz yemeği el kol tarifiyle anlaşarak ısmarlayabilirsiniz. Sürprizler de işin parçası. Bir kere noodle ısmarlıyorum sandım, ince ince kesilmiş et çıktı mesela. Çoğunlukla yanında miso çorbası, yeşil çay ve turşu da geliyor. Tatlılar çok acayip yalnız. Benim için yani. Deneyin ama. Deneyin ve beni haksız çıkarın. Neyse çok yorulmuşum, kapsülüme gömüldüm. (Bir daha okuyunca fark ettim ki “gömülmek” fiili bilinçaltımın bir seçimi olmalı. Ne de olsa tabut gibi bir yerde uyuyorum)
Ertesi sabah yeni plastik pabuçlarımla dünyaca meşhur Tsukiji balık pazarına gittim. Koca koca tonlar vardı. O balık senin bu balık benim dolandım önce.
Sonra baktım bir yerde insanlar kuyruk olmuşlar. Abinin bir tanesi 300 yenden istiridye satıyor…
Kahvaltıma istiridyeyle başladım anlayacağınız. Nasıl güzel. Elim kadar maşallah. Radyasyondan mı böyle olmuşlar diye düşünerek löp diye indirdim mideme. Sonra da uzun kuyruk olan bir suşicinin önünde beklemeye başladım. Japonların bir bildiği vardır dedim.
Nasıl sıkış tıkış bekliyoruz anlatamam. İnsanlar geçmeye çalışıyor bir yandan. Sonra Amerikalı adamlar geldiler kameralarla falan. Adamın biri kocaman bir tonu kesmeye başladı. (Ton diyorum ama bilmiyorum ne balığı, inek gibi bir şey) Neyse ilginç tamam da karnım zil çalıyor. Bir de herkes doluştu. Hafifçe fenalaştım. O kuyruktan çıkıp daha uzun olan başka kuyruğa girdim. Çok bekledim. Amma velakin yok böyle bir olay. Nasıl lezzetli! Yarım saat falan gülümsemem geçmedi. Hala düşününce mutlu oluyorum.
Ardından mimarisiyle ve kocaman örümceğiyle meşhur olan Roppongi’ye gittim.
Dolandım amaçsızca. Çok ıslanınca metroya sığındım ve Shibuya’da buldum kendimi. Hachiko’nun heykelini ziyaret ettim. “Hachiko, Bir Köpeğin Hikayesi”ni izlememiş olan varsa izlesin hemen. Gözyaşı garantili… Romantikleşip “Orijinal Japon versiyonunu da seyrederim ben bunun” demeyin yalnız. Derseniz de bana yazın sonra. Neyse bilmeyenlere özet geçeyim gerçek hikayeyi (film çok çok farklı merak etmeyin). Hatciko her gün sahibini bu istasyonda gidip karşılıyor. Bir gün sahibi ölüyor ama bizim Hachiko ömrü yettiği sürece her gün gidip bir umut beklemeye devam ediyor. Japonlar da beklediği yere heykelini koymuşlar.
Shibuya biraz Beyoğlu gibi. Takım elbiseli adamlar yerine delirmiş gençler var. Japonların da delirmiş kılıklısı harbi deli oluyor. Başka toplumlarla karışmamışlar hiç bu adamlar. Burada oturma, çalışma izni almak falan çok zor. Çok aynı oldukları için mi bu kadar uçlarda gezinip farklılık yaratmaya çalışıyorlar diye merak ettim…
Neyse Hatciko’yu umursamıyorsunuz, çılgın gençleri de başka yerde gözlemlediniz diyelim, yine de buraya gelmeniz için çok iyi bir neden var, “Shibuya crossing”. Her bir tarafı dev ekranlarla kaplı binaların arasındaki caddelerin kesişme noktasında, tüm araçlara aynı anda kırmızı ışık yanıyor. İnsanlar dikey, çapraz, yarım daire, her türlü karşıdan karşıya geçmeye başlıyorlar. Dünyanın en kalabalık geçişlerinden biri. Bunu da en iyi ya metronun/garın Hachiko çıkışı yazılarını takip edip binanın 2. katından, ya da tam köşedeki Starbucks’tan izleyebilirsiniz. Ne diyeyim Starbucks iyi yere dükkan açmış. Yer bulabilirseniz tabii. Yalnız olunca ben bir köşeye sıkıştım. Gözlerimi alamadım. Ne kadar oturdum falan bilmiyorum. Hipnoza geçtim. Sonra da kendim karşıdan karşıya geçerken o enerjiyi tüm damarlarımda hissettim. Bir filmin içindeymişçesine heyecanlandım. Birileri devamlı buraya bakıyor çünkü. Acayip bir olay.
Oradan da gece hayatının aktığı yere, Shinjuku’ya gittim. Burada da çok deli vardı. Uzun sarı saçlı, bol makyajlı ama ganster yürüyüşlü gençler görebilirsiniz. Korkunç biraz.
Bir yığın insan Japonca bir şeyler söyleyip elinize broşür tutuşturmaya çalışıyor. Ne ararsanız bulabilirsiniz. Karaoke barlar ve kırmızı noktalı kulüpler de dahil. Transa geçmiş bir şekilde kalabalıkla oradan oraya gezindim burada da. Artık ayaklarıma kara sular inince durdum. Kapsülüme geri döndüm. Ertesi gün tapınaklar, iyi dilekler ve umutlar alemi Kyoto’ya gideceğim için de çok geç olmadan uyudum.
0
Duyguuu hepimiz seninleyizzz!!
mağara anıların beni çok güldürmüştü…
herkese senden bahsediyorum:) deli bi arkadaşım var kalktı dünyayı dolaşmaya çıktı diyorumm herkes şaşkınlıktan gözlerini büyütüp sonra da herkes gidebilir doğallığını yansıtmak için öyle mi ne kadar hoş diyorlar:)
yani sen orda harika malzemeler toplarken, ben de burda senin için topluyorum ama yazılı değil görsel hafıza ile:)
kocamannn öpüldünnn tatlımmm
bi de çooookkk xxxxsin.
kendine dikkat et mucxxx
Özlem
Özleeem sen de çok delisin. Evet.