Seul’daki son günümde kendimi müzelere verdim. İlk önce şunu söyleyeyim, adamlar müzecilik konusunda aşmışlar. Bütün duyu organlarınıza hitap ediyor. Kendinize hapiste ya da savaş alanının ortasında hissedebiliyorsunuz.
Güne ilk Seodaemun Hapishanesinde başladım. Japonlar Kore’yi işgal ettiklerinde, bağımsızlık için uğraşanlara burada işkence etmişler. Hücrelerde de işkence sahnelerini canlandırmışlar balmumu heykellerle. “Barış” için sözüm ona ama Japonlardan nefret etmenize neden oluyor. Bazı şeylere gerek yoktu diye düşündüm, mesela Japon asker işkence odalarının önünde bacaklarını uzatmış keyfine bakıyor…
Ardından da savaş müzesine gittim. Koskoca müze yapmışlar adamlar, helal olsun. Bahçesinde savaş uçakları, gemileri falan, hem de bedava. Büyük kısmı Kore Savaşı’yla ilgili. Resmen ABD ve Sovyetler Birliği’nin sidik yarışı yüzünden kaybolan onca hayat… Öyle de bir yapmışlar ki, tanklarla ilgili bir video izlerken birden yer sarsılmaya başlıyor ya da yıkılmış bir köyün içinden yürüyorsunuz mesela. Savaşa katılan her ülkenin askerinin heykelini koymuşlardı bir odada, bu da karizmatik Türk askeri.
Bir de ülkelerin hikayelerini kendi dillerinden dinleyebiliyorsunuz. Türkçe’ye bastım, ilerledim arkamdan gelen Amerikalılar da biraz kültürlensinler diye. Ardından bir gün önce gittiğim Kuzey Kore sınırındaki JSA- Joint Security Area’nın maketini gördüm. Girdiğim odada yapılan görüşmelerden resimler falan vardı. Yaptığım gezi iyice absürt gelmeye başladı. Bu kadar gergin bir yere gittikten sonra hediyelik eşya dükkanına yönlendirildiğimize ve nefret etmemiz gereken Kim Jong-il’in en sevdiği viskiden almamız konusunda gaza getirildiğimize inanmakta zorluk çekiyorum.
Neyse ben size müzenin 2. katını anlatıyorum, şimdi 3. katına geçelim. Böyle eğlenceli bir yer yok. 4D F16 simülasyonuna girdim (Tek kadın bendim) Ardından gemi kısmına gidip yine heyecanlandım. Öyle yapmışlar ki adamlar, resmen gemide gidiyor gibisiniz. İsterseniz ateş edebileceğiniz alanlar da var. Baktım müzenin kapanış saati yaklaşıyor bahçeye koşup gerçek uçaklara, gemilere falan çıkıp inmeye başladım. Normalde içlerine girilebiliyormuş ama ben geç kaldım sanırım. Sonra Martin geldi. “Nasıldı?” dedi. “Bir savaş müzesi için fazla eğlenceliydi” dedim. Öyleydi harbi. Ben bile kendimi kaybettim. 2. kattaki barış yanlısı Duygu gitti, orduya yazılmaya hazır bir Duygu geldi. Çocuğum olsa asla götürmem oraya. Uyarayım sizi de.
Akşam Seul Tower’a gidip Seul’ün ışıklarına tepeden baktım. Burada da aşkını kilitleme modası varmış.
Bir de bir teyze vardı daha önce yazmayı unuttuğum. Ben tapınak gezerken “Gel kızım yanıma otur” dedi Korece. Oturdum. Sonra bana oradaki ağaç hakkında uzun uzun bir şeyler anlattı. Korece. Benim anlamadığımı gördüğü halde. İnsanlar o ağaca dokunuyorlardı. Sonra bir kız geldi. Ağacın koca gövdesine sarıldı. Öyle huzur doldum ki. Teşekkür ettim teyzeye. Kalktım gittim. Bu yolculuğa böyle anlar için çıkmıştım, Seul de bana bunlardan bir tomar sundu.
Bu yazıyı da Tokyo’daki kapsül odamdan yamulmuş bir şekilde yazıyorum. Japonya anıları da çok yakında…
0
Duygu be…
Yazılarını okurken kulağımda sesini duyabiliyorum; sanki okumuyorum da konuşuyormuşuz gibi.
Biriktirip yorgunken veya keyfim çok yerinde değilken okuyorum özellikle. Pek bir iyi geliyor zira yazdıkların ve yazma şeklin 🙂
Gerçi şimdi maceralar, anılar arttıkça hafiften kıskanmaya başlamıyor değilim :S
Ama gariptir, bir yanım (oldukça büyük bir yanım) senin -benim yapabileceğimden çok daha fazla- tadını çıkardığını gayet iyi biliyor 🙂
O yüzden galiba iyi ki sen geziyorsun ve yazıyorsun 😉
Uf ya bir de çok özlemişim…
Gönenç
Canım ben de çok özledim! Hele ki İstanbul'dan ayrılmadan önce de uzun süre görüşememiştik. Umarım acısını çıkarırız dönüşte 🙂 Ama son söylediğine katılmıyorum. Birçok konuda sen benden daha cesur davranır, daha ilginç şeyler yapardın… Örneklerle açıklayacağım sana dönüşte 🙂