Kaplanlar, filler ve kabileleri geride bırakarak başka tür yaratıkların, beyaz turistlerin yoğunlukta olduğu Puket’e geldim. İyi de ettim. İlk gün plajdaki birkaç saatlik uyku beni kendime getirdi. Burası benim bütçem için biraz pahalı olduğundan yatakhaneli bir hostele yerleştim, Rick ‘N Roll. Buralara yolunuz düşer de ucuz ama çok eğlenceli bir tatil geçirmek isterseniz tavsiye ederim. Çalışanlar ilk günden adınızı öğrenip sizi evinizde hissettiriyorlar. Hemen ertesi gün 3 İngiliz kızla James Bond adalarına gitmek için bir tura yazıldım. Cumartesi akşamları da burada parti oluyormuş meğer. Bedavaya verilen 2 kadeh hoşgeldin kokteyli ve mekan sahibinin gönlünden kopan shotlar karşılığı biz de ayıp olmasın diye biraz içmek zorunda kaldık. Hayatımın ilk Bohemian Rhapsody karaokesinden sonra bir daha böyle bir hataya düşmemek için yemin etmiştim. Maalesef yeminimi bozdum, pişman değilim.
Neyse ertesi gün zor oldu bizim için. Sürat teknesiyle heyecanlı heyecanlı süzüldük bir zaman dağ, şimdi ada olan doğa harikalarının arasından. Bu arada teknenin en ucuna oturduğum için arada tak tuk giderken beynim kulaklarımdan çıkacak sandım. Çıkmadı. Sonra denizin üzerinde kurulmuş bir köyde yemek yedik, yüzdük ve kano yaptık. Kano olayı biraz komikti. Kanada’da yaşayan Tay kökenli bir aile vardı. Onların oğluyla bindim ben. Bir yığın aile fotoğrafı çektiler. Hepsinde varım. Neredeyse nikahımız kıyılıyordu orada. Ben bu arada SD kartımı bilgisayarımda unuttuğum için uzun bir süre fotoğraf çekemedim, sonra makinesinin şarjı biten bir kızın kartını kullandım. Ama biraz fazla sersem gibiydim, pek başarılı olamadım.
Kayaların dünyası gerçekten çok ilginç. Dalga yapımı taştan kaplumbağalar ve köpek balıkları var. (Yok benim hayal gücümle alakası yok bu durumun) Nasıl olmuş diyor insan. Bir yığın metafizik düşünceye kapılıyor… Neyse sonra bir yaratık gördük. Yavru timsah dediler ama bilmiyorum ne kadar doğru. (Bu taştan değil, gerçek) Bir de bizim kaptan bir deniz anasını avuçladı. Bebekken zararsız oluyorlarmış, bana bayağı büyük gözükmüşlerdi halbuki. Öyle işte, akşam da yıldızların altında huzurlu geçti sayılır. Sadece bu gelgitin “gel”i biraz hızlı oluyormuş. Muhabbet ederken bir baktım benim terlikler firar etmişler. Sonra geri geldiler.
Ertesi gün dalgalı bir plaja gittik. Ben dalgaların içine atlayıp oynarım zıplarım diye heyecanla kendimi sulara attım. Yalnız buranın dalgası bizim oralara benzemiyormuş. +18 bilgi olacak ama 3 kez bikinimi kaybettim. Ne biçim çarpıyor yahu… Çok eğlenceliydi ama. Ardından da “Big Buddha” ziyareti yapmaya karar verdim. Fransız bir kızla fotoğraf makinelerimizi alıp gittik. Manzara muhteşem. Bu Buda da göbekli falan sevimli bayağı.
Buda’nın göbeğini okşamak uğur getirirmiş ama tabii bununkine çıkmak mümkün değil, o yüzden göbek şeklinde bakırdan bir olayı okşuyorsunuz. Ses çıkarsa iyi karma (Evet bu olayın bir adı sanı vardır da bilmiyorum valla) Neyse benim okşadığım göbekten çok muhteşem bir ses çıktı. (Bu cümle biraz garip mi oldu?) Dilek de tuttum içimden ama söylemem.
Sonra şimdiye kadar tatma fırsatı bulmadığımız meyveleri alıp yemeye karar verdik. Ben bu arada merakıma yenilip solucan/kurt arası ne olduğunu bilmediğim bir yaratık aldım böcekçiden. Adam orada yanmış yağın içine atıp kızarttı hemencecik. Elimde solucanlarla sokakta yürürken daha önce konuştuğumuz Amerikalı bir adam “Yeğenim gibi iğrençsin” diyerek güldü, eğlendi. “Babam görmesin” dedim ben de içimden. Neyse sadece tuz ve yağ tadı geliyor. Anlamsız bir olay. Hosteldekiler “Bak yarın Phi Phi adasından tek başına olacaksın, hasta masta olma” dediler yerken. “Bana bir şey olmaz” dedim. Oldu. Ama bir sonraki gün… Böceklerle pek alakası yok bence.
Sabah erkenden Phi Phi yollarına düştüm. Vapura binince hemen canım çay simit istiyor, nasıl şartlandıysam. Neyse kahve ve kek verdiler bedavaya. Burada hep yiyecek bir şeyler veriyorlar dikkat ediyorum. Çok ucuz olduğundan herhalde. Neyse vardım bizim adaya. “Çok küçük, dümdüz git bir sürü otel bulursun” demişlerdi. Evet dümdüz gittim ama ters yöne… Dağ yamacında bungalovlardan oluşan bir otele geldim. Yalnız aklınıza öyle Bodrum’daki bungalovlar gelmesin. Köylülerin yaşadığı tarz daha çok . Sağı solu açık. Ama doğanın ortasında acayip güzel bir yerde. Ucuz da. Tuttum hemen.
Parayı öder ödemez de pişman oldum. İyi güzel de çok izole bir yerde, kapısı kilitlenmiyor ve börtü böceğin girmesi için birçok alan var. Ormanın ortasındayım. (Evet biraz geç düştü jeton) Neyse dedim, kendimi plajlara ve yüzmeye verdim. Gerçekten cennet parçası… Ama bütün o teknelerden dolayı kirleniyor. Bazı yerlerde kanalizasyon kokusu geliyor insanın burnuna… Çok acı. Ağlamadım ama merak etmeyin. Dar sokakları (araba falan yok adada) yakışıklı dalgıç erkekler ve güzel bikinili kızlarla dolu yalnız. Gözü gönlü açılıyor insanın. Bir de kalabalığa rağmen koyun bazı yerlerinde tek başınıza yüzerken buluyorsunuz kendinizi. Güzel de bir deniz mahsülleri çorbası içtim üstünüze iyilik sağlık, sonra odama gittim. Pek gece hayatına takılmadım. 1 gün önce Phi Phi’de olan İsveçli bir çocuk “Aman içkine falan dikkat et, orası pis bir yer” demişti. Gazozuma ilaç koyarlar diye çekindim. Şaka yapıyorum ama çok yorgundum. Benim bungalov korktuğum kadar ıssız değildi, sağda solda ışıklar var. Yan bungalovlarda da buranın köylüleri kalıyor. Evet o kadar turizmden uzak bir noktadayım. Yandaki adam dışarıya astığım havluları odama almamı söyledi. Bazen maymunlar geliyormuş. Neyse fare olmaz inşallah diye odaya girdim. Işığı yaktım, yatağımda benim kadar bir böcek. Tamam abartmış olabilir biraz. Ama baş parmağınızla orta parmağınız birleştirin, ondan büyük. Ufak bir çığlık attım. Öldürmeye çalıştım, beceremedim. Ölüsüyle nasıl başa çıkacağımı da bilemedim yani o kadar kocaman ki. Yakından inceledim sonra. Çok şişman bir çekirgeye benziyordu. Zararsız olduğuna karar verdim kendi kendime. Kovaladım gitti. Sonra cibinlik vardı odada. Onu yatağın altına sıkıştırarak kendime sıcak ama güvenli bir alan yarattım. Haşır huşur sesler geliyor etraftan. Bangkok’ta bir böcek görmüştüm. Böcek memeli arası bir şey. “How I Met Mother”ın bir bölümünde yarı fare yarı böcek olan bir yaratık muhabbeti geçiyordu. Ondan işte. Ya o gelirse diye korktum. Kesin uyuyamayacağım derken nasıl güzel ve deliksiz bir uyku çektim anlatamam. Temiz hava giriyor tabii içeri.
Sabah uyanıp “Beach” filminin çekildiği koya gidecek ve snorkelle incelemelerde bulunacaktım ancak midem bozulmuş. (Bayağı özel bilgi oldu bu blog yazısında) Gidemedim, yandı 20 TL’m de. Sağlık olsun dedim, biraz dinlendim. Kendime gelince Facebook’ta Zeynep arkadaşımın manzara izlenen yere gitmem konusundaki önerisini gördüm. İyi dedim. Sırtımda 12 kilo falan taşıyorum bu arada. Öğle sıcağı oldu. Ne kadar çok merdiven varmış! Bayılıyorum sandım bir ara. Zaten hastayım. Neyse değdi ama. Çok güzeldi (teşekkürler Zeynep!), birkaç fotoğraf çektim ve bolca beynime kazıdım görüntüleri.
Bu arada tepeden en az insan olan plajı tespit etmiştim. Arkasından da 1 saat falan süzüldüm denizde. Ve Puket’e geri döndüm. Birazdan Bangkok’a uçacağım, yarın da Hong Kong üzerinden Güney Kore’ye gidiyorum. Tayland macerası da noktalanmak üzere anlayacağınız… Şimdi mango margaritamı bitirip çantamı toparlayayım.
Bir Cevap Yazın