Her şehrin bir “Sultan Ahmet”i vardır, “Iyk çok turistik” diye söylenerek mutlaka gidilir. Görülmesi gereklidir ki bu kadar popüler olmuştur. Neyse ben de bu duygularla buranın en klişe turlarından birine yazılmıştım (Hem de grupta en az parayı ben ödemişim! Pazarlık yeteneğimde ilerleme mi kaydediyorum, ne?!”). Tur şöyle: file binme, filden inme, bir kabile ziyareti, yürüyüş, şelalede yüzme, yürüyüş, yemek, bambu rafting ve kafayı çekme.
İlk önce şunu söyleyeyim bu tura yazıldığımda “Elephant Nature Park”a gitmemiştim. Parayı da ödemiş bulundum, değilse file binme işini yapmazdım. Lütfen siz benim gibi acele etmeyin… Mutlaka ilk önce “Elephant Nature Park”ı ziyaret edin, sonra isterseniz file de binin. Hayvanlar için üzülmenizin yanı sıra, iki deneyim arasında o kadar çok fark var ki! “Elephant Nature Park”ta filleri doğal ortamlarının içinde görüyorsunuz, manzara muhteşem, büyülü bir hava var. Tüm çalışanlar ve gönüllüler sevgiyle yaklaşıyorlar hayvanlara. Onları rahatsız edecek hiçbir hareket yapmanıza izin verilmiyor. Onların da gözleri gülüyormuş gibi geliyor insana. Huzur doluyorsunuz… File bindiğiniz yerdeyse, huzursuz gözüken hayvanlar elleri sopalı adamlar tarafından emrinize amade ediliyor. Hayatın ağırlığı altında eziliyormuş gibi boyunları bükük, gözleri üzgün… Bana mı öyle geldi? Bu arada sopalı adam derken normal tabii, ata binmek, deveye binmek gibi bir olay ama fille aranızdaki iletişim çok çok zayıf kalıyor. İstediğiniz kadar boynuna oturun, muzları birer birer verin, öbür taraftaki mutluluğu yakalayamıyorsunuz.
Neyse bindik sonuç olarak. Japon bir fil arkadaşım oldu. Eğlenceli bir olay sayılabilir, zıp zıp gidiyorsunuz. Hayvanlar inanılmaz dar yerlerden yürüyorlar o koca ayaklarıyla. Şaşkınlık yarattı bende bu durum. Bir de yokuş aşağı inerken biraz zorlandım. Nitekim hem fotoğraf makineme, hem de 1 dolara aldığım muzlara hakim olmaya çalışırken kaydım bayağı. Yanımdaki çocuk çekti kurtardı beni. Bizim fil de biraz deli çıktı zaten. Diğerleri güzel güzel giderken bu devamlı ormanın içine dalmaya çalışıyor, yemek arıyor. Çok da kuru etraf. Sonra bir ara kafayı feci sıyırdı su beklerken, sağa sola savurmaya başladı bizi. Yanımdaki Japon’la şahadet getirmeye başladık. Sonra sakinleşti. Japon “Ödüm bokuma karıştı” dedi. (Tamam “It’s scary” dedi ama ben kültürel değerleri de katarak çevirdim size)
Sonra bir kabile ziyareti yaptık, birkaç fotoğraf çektik. Çok ilginç değildi. Yürüyüş kısmı güzeldi ama öyle düz yollar beklemeyin. Atlamalı zıplamalı. Ayağımı biraz zorladı. Şelale de iyiydi işte, Manavgat’ın ufağı.
Serinledik topluca. Bir bambu köprüsü vardı, oradan geçerken benim ayak iki bambu arasına girdi, sıkıştı nasıl becerdiysem. Herkes nasıl becerdiğimi merak etti zaten. Çıktı sonra.
Bu arada nasıl güzel kelebekler var etrafta. Kelebeklerden korkan arkadaşım Özge geldi aklıma, dalga geçtim kendisiyle kafamda. Renkler muhteşem, fosforlu yeşil, turuncu… Avatar’dan fırlamış gibiler.
Neyse arayı geçip bambu rafting kısmına gelmek istiyorum. Ben böyle çok sakin geçecek, yavaş yavaş nehirde süzüleceğiz sanmıştım. Fotoğraflar hep öyle çünkü. Su seviyesi de az. Yanılmışım fena halde. Bir kere çok kalabalık bindik, afedersiniz kıçımız tamamen suyun içine gömüldü. Başka pantolon da getirmemişiz salak gibi… Öyle ilerledik, birkaç kere tosladık bir yerlere. Arada kayalar masaj yapıyorlar alt bölgenize. Erkekler çalışıyor kadınlar oturuyor bu arada. Çok güzeldi o kısmı. Buradaki gelenek giderken yandaki bambularla veya kenarda kafayı çeken köylülerle su savaşı yapmakmış. Bizim ekip olayı biraz abarttı. Kafamızdan kova kova su akmış hale döndük. Çok eğlendik ama. O eğlenceler sırasında işte gözlüğümü nehre düşürmüşüm… Sonra da üzüntümü nehir kıyısında Sngha içerek unutmaya çalıştım. Hava da kararmaya başladığı için kurumadık, ıslak ıslak minibüse bindik, klimayla geri döndük.
Bugün de vahşi hayvanlara olan sevdamdan ötürü dayanamayarak yavru kaplan sevmeye gittim dünyanın parasını bayılıp. Yine biraz kötü hissettim kaplanlar mutlular mı acaba diye. Ama çalışanlar çok sevecen yaklaşıyorlardı. Ve sonuç olarak bu hayvanların başka gidecek bir yerleri yok. Zaten buraya düşmelerinin nedeni ölümden dönmüş olmaları… Hayatımın en unutulmaz 15 dakikasını geçirdim… Dün tanıştığım bir çifte rastladım. Erkek olanı korkuyormuş. Girişteki yazıyı gösterdim, şöyle bir şey “Kaplanlar oyun oynarken ısırabilirler”, zaten yem olup giderseniz bunun sizin seçiminiz olduğuna dair bir kağıt imzalıyorsunuz. Evet okumadan imzalamayın… Çocuk tırstı bayağı. Bir de boyunun 110cm’in altındaysa büyük kaplanların yanına giremiyorsunuz. Artık nedenini düşünmeyelim. Bebekler nasıl tatlılar ama…
Arkasından da buranın meşhur uzun boyunlu kabilesini ziyarete gittim. Bu kabile ziyaretleri de beni biraz huzursuz ediyor. Adamların evlerinin içine girip fotoğraf çekiyorsunuz. Zaten iç mekan ve dış mekan birbirine girmiş durumda onların hayatında. Aradaki sınırı genelde terliklerini çıkardıkları yer belirliyor, duvarlar değil. Zaten hep hediyelik eşya satıyorlar. Sordum rahatsız olup olmadıklarını. Para kazanıyoruz bu sayede, memnunuz dediler. Neyse ama bu uzun boyunlular için bir de giriş ücreti alıyorlar. Sonra da fotoğraf çektiğim kadınlardan da ufak tefek bir şeyler aldım ayıp olmasın diye. Bence gitmeseniz de olur…
Şimdi de artık bezme zamanı. Akşam uçakla Phuket’e gidiyorum. Sonra kum ve deniz zamanı olacak kısmetse.
ne güzel bir blogmus, Chiang Mai'i arastirirken tesadüfen rast geldim ama blog tasinmis bile. karar veremedim nereye yorum yazsam diye, ama sonunda buraya yaziyorum. umarim okursun…
biz de bir aya kadar düsüyoruz yollara, uzun boyunlu kadinlar ve filler konusunda ayni hisleri tasiyorum, ama oradayken merakima dayanamayip gider miyim bilemedim. neyse zamana birakalim…
bu da benim blogum http://gezgindirgezeninadi.blogspot.de/
Çok teşekkür ederim! Bu blog bu yolculuğa özel kalsın diye başka yere yazıyorum, değilse buna da bakıyorum hep 🙂 Çok kıskandım, takip edeceğim blogunuzu. Ben de hep merakıma yenik düştüm zaten 🙂 Arkasından "ben yaptım siz yapmayın" demek en kolayı… Şimdiden iyi yolculuklar!