Sabahın bir köründe kalktım yine. 6:30’da kapının önüne dikildim Battambang teknesine beni taşıyacak aracı beklemek üzere. Miniminnacık bir minibüs geldi. Şöyle söyleyeyim size, normalde 7, sıkışınca 9 yolcu alabilecekken biz 12 kişi bindik. Etrafta devamlı hayır kabul eden keşişler vardı yol boyunca. Sabahları ellerinde “kova”larıyla geziyorlar, insanlar da meyve, sebze falan veriyor onlara. Törensel bir şekilde yapılıyor bu.
Neyse bizim araçta sinirler gerildi, “Onca para verdik bu ne böyle?” sesleri yükselmeye başladı. Biz yanımdaki Amerikalı adamla gülme krizine girdik. Sakiniz sanıyoruz ama ben de sinirlenmişim herhalde, inince yiyecek bir şeyler satmaya çalışan ve “Hayır”ımı anlamayan kadına fena çemkirdim. Üzüldüm sonra da. Herhalde 15 kere bilet kontrolü yapıldı ve sonunda bindik tekneye. Oturacak yerler tahtadan ama geniş hiç olmazsa. Yer yok. Ben mecburen “indi bindi” kütüğüne oturdum kıçımın ucuyla. Yağmur yağıyor bu arada deli gibi. Çamur içindeyiz. İnsanlar gelmeye devam ettiler. Onlar yukarı yerleşti. “Yukarı” dediğimde oturma yeri sanmayın. Tavan işte. 2 kaptan var, biri 18, biri 15 yaşında bana sorarsanız. Bir de 10 yaşında ayak işçisi yanlarında. Bismillah dedik yola düştük.
İlk başta gölden, sonra dereden yol alacağız. Bir sürü yüzen köyün yanından geçtik, çok ilginçti. Karakol, okul falan hepsi suyun üzerine inşa edilmiş. Binaları birkaç kütük taşıyormuş gibi duruyordu ama sağlamdırlar herhalde. Bu köylerde dolmuş yaptı bizim tekne. Bir sürü insan bindi indi. Ben çok mutluyum. Çok mutluyum da saatler ilerledikçe oturamaz olmaya başladım. Afedersiniz kıçım nasıl acıyor anlatamam. Yağmur durdu ama bu sefer de çok sıcak tavana çıkmak için. Bir de motor sesi devamlı. Nasıl da uykum geldi. Öyle zor dakikalar geçirdim. Derken altında bez olmadan dolanan çocuğun biri teknenin ortasına büyük abdestini yaptı. Kadın elindeki havluyla sildi falan, fenalaştım hafifçe. Böyle beceriksiz bir anne olamaz. Diğer köylü kadınlar yardım ettiler, yanlarında ne var ne yoksa verdiler. Neyse bu anne teknenin önüne geçti, ayaklarını dışarı sarkıtıp tuvalet yaptı, çocuğu da oturttu “tuvalete”. Pek de tutmuyor. Ben bakamıyorum. Çocuğun kakası uçuşarak göle karıştı. O ana kadar “Ay ne tatlı” diyordum, sonra sevimsiz gelmeye başladı.
6 saat sonra (yolculuğun tamamının bu kadar süreceğini söylüyorlar sorarsanız), 20 dakikalık mola verdik yüzen bir bakkalda. Tuvalete koştu millet. Biz de DNA’mızı bıraktık dereye. (Bu arada dereye ulaşmıştık) Aramızda tartışmaya başladık acaba ne kadar kalmıştır diye. Kaptanlar anlamamazlıktan geldi. Oradaki bir çift 3 saat kalmış olmalı dedi. Sevindik. Yolun yarısında olduğumuzu düşünüyorduk çünkü. Maalesef biz haklıymışız.
Dere kısmı daha eğlenceli başladı. Sağlı sollu kafalar görüyorsunuz suda, balık avlıyorlar herhalde. Çocuklar devamlı “helloo” diye bağırıp el sallıyorlar, biz de onlara.
İnsanlar giderek açıldı saçıldı. Normalde kapalı giyiniyorlar çünkü, birden adamlar don, kadınlar sütyenle ortalıkla dolanmaya, çocuklar çıplak zıplayıp oynamaya başladılar. Bazılarında düğün, şenlik bir takım olaylar vardı.
Çoğunda kadınlar yemek yapıyor ya da bulaşık yıkıyor, adamlar hamakta uyukluyorlardı. Evet her yerde durum aynı… Suyun üstünde yaşam çok zor gözüktü gözüme. Evlerin içi dışı çok kötü durumda (Gölde çok güzel binalar da vardı) Ve bazen inanılmaz kötü kokuyor.
Bu arada yol o kadar dar ve dolambaçlı ki, ara sıra bir yere bilerek toslayıp geri gidip dönüyoruz. Bir bağırış çağırış var. Benim kıçım felaket ötesi bu arada. Herkesin öyle. Yukarıdakiler sıcaktan fenalaşıp aşağı geldiler, ayakta dikiliyorlar. Yine kafam düştü, kendimden geçtim biraz…
Acayip kuşlar gördüm. (Yok rüyamda değil gerçekten) Kuşları pek sevmem aslında. Özellikle güvercinleri. Neyse ama daha önce görmediğim bir hayvan görünce her türlü çok heyecanlanıyorum. Bilmiyordum bu yanımı. Bitki örtüsü de giderek daha tropik olmaya başladı. Güneş de yavaş yavaş etkisini kaybedince ben de tavana çıktım.
Sonrası muhteşemdi. Güneş batarken ışık çok güzel oluyor zaten. Çocukların çığlıkları arasında yavaş yavaş nehirde süzüldük. Köylüler artık iyice dinlenme veya yıkanma faslına başlamışlardı. O anları düşününce kafamda bir müzik çalıyor. Hiç müzik yoktu halbuki. Nereden çıkardım bilmiyorum. Beste mi yaptım ne. Artık yayılarak oturduğum için de bu sefer yolculuk uzadıkça uzasın diye umut etmeye başladım. Güneş batıp da sadece yeni ay ve yıldızlar yolumuzu aydınlatmaya başlayınca olayın romantikliği iyice arttı ama biraz da tehlikeli olmaya başladı sanırım. (Evet çok güvenliydi bundan önce). Vardık sonunda. Birden 50 tane falan adam bize doğru koşmaya başladı, otel avcıları. Lonely Planet’te de adı geçenlerden bir tanesine gittim, yerleştim. Sonra da sızmışım.
Ertesi gün kalktığımda hala akıçım acıyordu. İyi ki yaptım bu yolculuğu. Ama “Bir daha yapar mısın? derseniz, yakın bir tarihte zevk için yapmam. Neyse benim asıl söylemek istediğim şey başka. Buranın insanı hala turizm konusunda çok bilgisiz. Kimse bize minder kiralamaya/satmaya çalışmadı mesela. Veya yol boyunca sandallarıyla bize yiyecek, içecek, dondurma kakalamaya uğraşan da olmadı (İlk başı haricinde) Ben diyorum ki, köylüleri iyi bir organize edeyim de köşeyi döneyim. Çok az zamanınız var yani burayı güzellikleriyle yaşayabilmek için. Yakında bütün orijinalliğini kaybedecek.
Battambang’da turistik aktivite yapmadan şehirde yürüyüp dinlenmeye karar verdim. Çok şirin bir kasaba diyeyim. Sokakta göz göze geldiğim herkes gülümsüyor. Çoğu kişi İngilizce konuşmuyor. El kol anlaşıyoruz. Yine pazarına girerek başladım günüme. Her şey iyi güzel de o kuru balıklar ne felaket kokuyor. Neyse sonra nehrin öbür kısmına geçtim ve her adımda bir Budist tapınağı olduğu fark ettim. Hepsinin içine girdim tabii. Ama aslında girmem doğru muydu bilmiyorum. Nitekim bizim keşişler kah hamakta sallanıyor, kah duş alıyorlardı. Hiç de kadın yoktu etrafta. Kimse bir şey demedi. Ancak bu adamlar problem olsa da bir şey demezler. Hep hoşgörülü davranırlar. Nasıl sakin, nasıl güzel yerler hepsi. Dünya kadar yürüdüm, hepsine girip çıktım. Sokakta da iki adımda bir keşiş görüyorsunuz zaten. Utandım pek fotoğraflarını çekemedim ama.
Sonra da sokakta sebze çorbası içtim. Sebze derken içindeki bir tek sebzenin bile ne olduğunu bilmiyorum. Bu sokakta kurulan masalara herkes beraber oturup bir arada yiyor. Ben tek yabancıydım. Yardım ettiler bana. Bir sürü acı koydular içine. Gülüştüler. Sonlarına doğru iyi yandım. 50 sent ödeyip kalktım.
Bu arada Vancouver’lı 70 yaşlarında bir çiftle tanıştım bugün. İstanbul’a aşıklarmış. Fırsat buldukça dünyanın öbür ucundan uçup duruyorlarmış. Nasıl sempatiklerdi. Deliler işte, ne diyeyim.
0
Bir Cevap Yazın