Gezi yazılarımın büyük bölümünde bir “arkadaş”tan bahsederim. Bu arkadaş genellikle Ceyda’dır. Kendisiyle Madagaskar’a, Sri Lanka’ya, Nepal’e, Arjantin’e, Suriye’ye ve minik kaçamaklarla birçok şehre gittik. Ayrı ayrı gezip birbirimizin maceralarını keyifle dinlediğimiz de çok oldu. Ancak iki seyahatinde Ceyda’yı çok kıskandığımı itiraf etmeliyim: Bhutan ve Moğolistan (Dukhalara yaptığı yolculuk). İkincisinden yeni dönmüşken “Sıcak sıcak bize bir şeyler yaz da kendim gitmiş gibi sevineyim…” dedim. O da beni kırmadı 😊 Şimdi yolladığı fotoğraflarla kendim çekmişim gibi sergi hazırlığına başlıyorum. Sonra da acilen ren geyiği görmeye gitmem gerekiyor.
Tüm planlar ve düşünceler, Temmuz 2016’da, Gobi çölünün ortalarında, Moğolistan’da daha görecek çok yer olduğunu konuşurken başladı. Hemen plan yaptık. Bir sonraki gezimizde, insandan kat kat daha fazla hayvan olan bu kocaman ülkede, at yerine ren geyiği besleyen enteresan bir halkı, göçebe Dukhaları ziyaret edecektik.

Bir Dukha çocuğu geyiğine binerken…
Ağustos 2017’de bunu deneyimlemek için yola çıktık. Yol da uzun, yanlış anlaşılmasın. Önce, iç hat uçağıyla başkent Ulan Batur’dan 1 saatlik mesafe olan Murun’a uçuluyor. Ardından Murun’da 1 saat kadar otobanda gittikten sonra sadece bir çift tekerlek iziyle belirlenmiş olan bir sapaktan sapılıyor. 1,5 gün tekerlek izleri takip ediliyor. Tabii şoförlerin deneyimli olması lazım çünkü ormanın içerisinde çatallaşan yolda hangi yöne sapacağınızı bilmiyorsanız Sibirya sınırı yerine Çin’e doğru gitmek mümkün.
Dereler, yıkılması muhtemel köprüler, ormanlar, bomboş vadiler aşıyor ve bir ahıra varıyoruz. Bundan önceki tüm yolları aşabilen eski Rus minibüslerini terk edip atlara biniyoruz. “Bu minibüslerin aşamayacağı yol var mıydı ki?” diye düşünürken kendimizi bir bataklığın içerisinde buluyoruz. Nehirler, bataklıklar ve tepeler aşıyoruz, minibüslerin ya da yürüyerek yol kat etmek isteyenlerin geçemeyeceği yerlerden geçiyoruz. Yaklaşık 3,5 saatlik at sırtı macerasından sonra bataklıklar ile çevrili bir vadinin en sonunda konuşlanmış, Kızılderili çadırını andıran 10-15 çadıra varıyoruz.
Burası Dukha halkının yazlık yerleşim yerlerinden bir tanesi. Dukhalar eskiden Moğolistan ve Rusya’nın Tuva bölgesinde yaşayıp mevsime bağlı olarak Tayga Bölgesi’nde göç ederlermiş. Rusya sınırı 1944 yılında kapatılınca, serbestçe dolaşan Dukhalar birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmışlar. Rusya’daki akrabalarından daha iyi durumda olmakla beraber, şu anda tek gelirleri turizm.
Çadırlara geri dönersek, bu kadar çadır normalde bir arada yaşamıyor, biz özel bir zamanda buradayız, çünkü ertesi gün düğün var.
Derenin sol tarafındaki çadırdaki kız ile derenin sağ tarafındaki tepedeki oğlan evlenecekler. Bizimle dalga geçtiklerini düşünerek günü geçirdikten sonra sabahtan gelin çadırına çağrılıyoruz. Evet gelin çadırı derenin sol tarafında; ona varmamız için yarı bataklıktan yürümek yarı nehirden atlamak gerekiyor. Neyse ki dereye düşenimiz yok.
Gelin tarafının olduğu iki çadırdan birinde, köyün büyükleri oturmuş yemek masasının etrafında çay içip sohbet ediyor. Önce gelinin mor giyinmiş ve yaşını almış bir kadın olduğu bilgisi geliyor ancak bunun doğru olmayacağını düşünüp ufak bir soruşturma ile asıl geline ulaşıyorum. O yan çadırda oturmuş kendine makyaj yapıyor. Bataklığın ortasında, etrafta çıplak ayaklı burnu sümüklü çocukların ren geyiklerinin sırtında dolaştığı bir yerdeyiz ve kız dudaklarına kırmızı ruj sürüyor.

Düğünde gelin tarafı
Bu arada damat olduğunu düşündüğümüz bir genç görüyoruz, masmavi giyinmiş, heyecanlı görünüyor. Biraz muhabbet ve yeme içme derken öğlen vakti geliyor ve çorba ve votkalar ortaya çıkıyor. Et ve patates çorbası içerken durmadan elinde shot bardağı olan bir kızcağız sırayla herkese votka ikram ediyor. Oradan olmamamız onlar için önemli değil, biz de düğünün parçasıyız ve biz de tüm ikramları tatmalıyız. Kim kendisine votka ikram edildiğinde geri çevirir? 🙂
En az 5 shot votka içmiş vaziyette etrafta dolanırken herkes çadırdan çıkıyor ve az ilerideki 9 beyaz at hazırlanmaya başlıyor. Bir iki tanesine gelinin eşyaları yüklenirken diğerlerine gelin, damat ve her ikisinin aileleri biniyor. 3 defa gelinin evinin etrafı tavaf edildikten sonra derenin karşı tarafına geçiliyor. Bu sefer gelin ve damadın yeni çadırını görüyoruz. Yepyeni bir kanvas ile çadır yapılmış, tepesine de çam ağacı dalı yerleştirilmiş. Bu çadırın etrafı da 3 defa tavaf edildikten sonra herkes çadırın içerisine giriyor. Herkesten kastım tabii ki bizler de. Gelinle damadın yeni çadırlarının içi 30-40 kişiyle doluyor bir anda, herkes dip dibe oturmuş ve votka etkisiyle gülümsüyor.
Az önce yemek yememişiz gibi, sırayla tekrar çorba, ekmek (pişi), yoğurt, peynir, şeker vs. ikram ediliyor. Heyecanlı gelin ve damadı izlerken bir anda votkalar yeniden beliriyor. İlk votka shot’ın altında herkese sembolik olarak para veriliyor. Bizlere niye verilsin ki diye düşünürken bizler de dahil oluyoruz ve tahminimce hayatımızın sonuna kadar saklayacağımız 100 Tugrik’imiz oluyor
Ardından herkese sigara ikram ediliyor ve bu genç çiftin yeni çadırlarını yeterince kirletmemişiz gibi bir de sigara yakıp içiyoruz. Hemen kızmayın izmaritleri boş bir konserveye atıyoruz, yere değil.
Bu düğün tüm gün sürüyor. Evlendikten sonra gelin ve damat kırmızı giyiniyorlar. Bu sırada herkes nefes almak için çadırdan çıkıyor ve güreşler başlıyor. Birisi skor tutuyor ama kim kazanıyor ne oluyor anlamak mümkün değil, hele de etraftaki herkes sarhoş olunca. Bu arada, tabii ki etrafta çadırlarının önünde yığılmış uyuklayanlar mevcut. Tahmin edileceği üzere kayınvalide de bunlardan biri, yepyeni fosforlu pembe kıyafeti ile çimenlerin üzerinde sızmış.

Gelinle damat evlendikten sonra çadırlarından güreşenleri seyrederken
Yeterince votka içtikten sonra biz düğünden ayrılıyoruz ancak düğün gecenin ilerleyen vakitlerine kadar sürüyor. Gece çadırlarımızda uyumaya çalışırken dedikodu yaparak düğünden dönen Dukha halkının seslerini duyuyoruz. Böylelikle bir garip düğün macerası sona eriyor.

Fazla votka kaçırmışlar
Bir Cevap Yazın